Öfke ve Gadab veya Gazap ve Gadzab Nedir? Allahu Teala’nın Gadzabını Çekmek Nedir?

Öfke ve Gadab veya Gazap ve Gadzab Nedir? Allahu Teala’nın Gadzabını  Çekmek Nedir?

أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم

أَلَمْ يَرَوْا۟ كَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَبْلِهِم مِّن قَرْنٍ مَّكَّنَّٰهُمْ فِى ٱلْأَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّن لَّكُمْ وَأَرْسَلْنَا ٱلسَّمَآءَ عَلَيْهِم مِّدْرَارًا وَجَعَلْنَا ٱلْأَنْهَٰرَ تَجْرِى مِن تَحْتِهِمْ فَأَهْلَكْنَٰهُم بِذُنُوبِهِمْ وَأَنشَأْنَا مِنۢ بَعْدِهِمْ قَرْنًا ءَاخَرِينَ

Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim

E lem yerev kem ehleknâ min kablihim min karnin mekkennâhum fîl ardı mâ lem numekkin lekum ve erselnes semâe aleyhim midrâren ve cealnâl enhâre tecrî min tahtihim fe ehleknâhum bi zunûbihim ve enşe’nâ min ba’dihim karnen âharîn.

Onlardan önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkân ve iktidarı onlara vermiştik. Onlara bol bol yağmur yağdırmıştık. Topraklarından nehirler akıttık. Sonra da günahları sebebiyle onları helâk ettik ve arkalarından başka bir nesil var ettik.

(En’âm Suresi 6. Ayet)

Gadzab Nedir?

Sözlükte “öfkelenmek, kızmak” anlamında masdar ve “öfke, kızgınlık” anlamında isim olarak yer alan gadzab (gadab) kelimesi Kur’an’da türevleriyle birlikte yirmi dört âyette geçmektedir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ġḍb” md.). Bunların on dokuzunda Allah’a, diğerlerinde kula nisbet edilmiştir. Râgıb el-İsfahânî, Allah’a Gadzab nisbet edilmesini başkası adına intikam alması, yani kullar arasındaki haksızlıklardan ötürü suçluyu cezalandırması şeklinde yorumlamıştır (el-Müfredât, “ġḍb” md.). Ebü’l-Bekā ise mutlak olarak gadzaba, “Gadzab edilene zarar vermeyi murat etmek” şeklinde mâna vermiştir (el-Külliyyât, s. 671). Allah’a izâfe edildiği âyetlerde Gadzab “lânet etmek, rahmetinden uzaklaştırmak, azap etmek, yoksulluğa, zillete ve helâke mâruz bırakmak” gibi anlamlara gelir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın gadzabı çeşitli azap türleriyle birlikte anlatılırken aynı zamanda O’nun kimlere ve niçin Gadzab ettiğine de temas edilir. Buna göre kasıtlı olarak bir mümini öldüren (en-Nisâ 4/93), savaştan kaçan (el-Enfâl 8/16) kimseler, Allah hakkında kötü zan besleyen münafık ve müşrikler (el-Feth 48/6) ve irtidad edenler (en-Nahl 16/106) ilâhî gadzaba mâruz kalmışlardır. Bunların dışında genellikle yahudiler ilâhî gadzaba hedef teşkil etmişlerdir. Bunun sebepleri ise gerçeği bildikleri halde kıskançlıkları ve şerîr oluşları yüzünden hakka tâbi olmamaları, Hz. Mûsâ vasıtasıyla birçok felâketten kurtarılıp sayısız nimetlere kavuşturulmaları ve sıkı sıkıya uyarılmalarına rağmen yine azgınlık göstermeleri, buzağıya tapınmaları, kendi mukaddes kitaplarını da onaylayan son ilâhî vahiy geldiğinde, “Kalplerimiz perdelidir” demek suretiyle bile bile inkâr etmeleri gibi hususlardır (bk. el-Bakara 2/57-61, 88-92; el-A’râf 7/152; Tâhâ 20/80-90).

Gadzab çeşitli hadislerde de Allah’a nisbet edilmiştir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ġḍb” md.). Hz. Peygamber, haksız yere birinin malını almak için yemin eden (Buhârî, “Şürb”, 4) ve Allah’a dua ve niyazda bulunmayan (Müsned, II, 443, 477; İbn Mâce, “Duʿâʾ”, 1) kimsenin ilâhî gadzaba mâruz kalacağını ifade etmiş, gök gürültüsü ve şimşek karşısında, “Allahım, bizi gadzabınla helâk etme!” (Müsned, II, 100; Tirmizî, “Daʿavât”, 49) şeklinde dua etmiş, kendisine Allah’ın gadzabından kurtulmanın nasıl mümkün olduğu sorulduğunda ise, “Öfkelenmeyin” demiştir (Müsned, II, 175). Ayrıca kıyamet gününde insanların şefaatçi arayacaklarını anlatırken de başvurdukları her peygamberin, “Allah daha önce bugünkü kadar Gadzablanmamış, bundan sonra da Gadzablanmayacaktır” diyeceklerini bildirmiştir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 3; Müslim, “Îmân”, 327; Tirmizî, “Ḳıyâme”, 10).

Gerek Kur’an’da gerekse hadislerde Allah’a izâfe edilen Gadzab kavramı akaid mezheplerince farklı biçimlerde yorumlanmıştır. Mu’tezile, fiilî sıfatlar statüsünde düşündüğü Gadzab, dostluk, düşmanlık gibi kavramları irade sıfatına bağlamış ve meselâ rızâsını mükâfat vermeyi, gadzabını da cezalandırmayı irade etmesi şeklinde açıklamıştır (Kādî Abdülcebbâr, VI/2, s. 61). Selef âlimleri ise bu tür te’villerin söz konusu sıfatları inkâr anlamına geleceğini ileri sürmüş, bunların beşerî mânalara çekilmeden olduğu gibi zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmesini gerekli görmüştür (İbn Ebü’l-İz, II, 685). Ehl-i sünnet kelâmcıları da bu sıfatların irade sıfatına bağlanmaması gerektiği noktasında Selef’le aynı görüşü paylaşmış, ancak mânalarının anlaşılabilmesi için ulûhiyyetin şanına uygun düşecek şekilde yoruma tâbi tutulmasını tercih etmiştir. Buna göre Allah’ın gadzabı isyankârlardan hoşnut olmaması, isyanda aşırılığa varan yahut küfre düşenleri rahmetinden uzaklaştırması ve hak edenleri cezalandırması demektir. Fahreddin er-Râzî’nin belirttiği gibi rahmet, ferah, sürûr, hayâ, Gadzab, alay etme gibi sıfatların hem dışa akseden yönleri hem de bazı sonuçları vardır. gadzabın dışa akseden yönü beyne kan hücum etmesiyle yüzün değişmesi, sonucu ise Gadzab edilen kişinin cezaya çarptırılmasıdır. gadzabın Allah’a izâfe edilmesi dışa yansıyan kısmıyla muhal ise de sonucu itibariyle câiz olup azabı suçluya ulaştırması demektir (Mefâtîḥu’l-ġayb, I, 262). Öte yandan O’nun vücûd, ilim, sem’, basar gibi sıfatları insanlarınkinden farklı olduğu gibi gadzabı da farklıdır. Zira insanların gadzabı acz, eksiklik veya güçsüzlükten kaynaklanabilir. Allah ise her şeye gücü yeten, dilediğini yapan ve her türlü ihtiyaçtan müstağni olandır. O’nun gadzabı beşerî anlamda bir Gadzab olmayıp yaratana veya yaratılmışlara karşı suç işleyenleri cezalandırmaktan ibarettir.

Kök anlamı bakımından yaratılmıştık özelliği (acz ve noksan) taşıyan Gadzab aslında selbî sıfatlar grubuna girer. Ancak naslarda yer aldığı için bundan istisna edilerek haberî grubu oluşturan sıfatlar arasına alınmış ve fiillerle ilgili olduğundan fiilî sıfatlardan sayılmıştır. Gadzab da diğer fiilî sıfatlar gibi Allah’ın zatî bir niteliği olmayıp yaratılmışların tutumlarıyla ilgilidir. Nitekim Allah’ın niteliklerinin sayıldığı esmâ-i hüsnâ içinde “Gadzab edici” anlamında bir isim yer almadığı gibi âyet ve hadislerde de geçmez. Halbuki gadzabın karşıt anlamlılarından sayılan “rahmet”, diğer türevleri bir yana “rahmân” ve “rahîm” şeklinde birçok âyette, ayrıca esmâ-i hüsnâ içinde yer alarak ulûhiyyetin temel özelliği mahiyetinde zikredilmektedir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “rḥm” md.; ayrıca bk. ESMÂ-i HÜSNÂ). “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (el-A’râf 7/156) meâlindeki âyetle birçok hadis kitabında ittifakla zikredilen, “Rahmetim gadzabımı aşmıştır” (meselâ bk. Buhârî, “Tevḥîd”, 15, 22, 28, 55; Müslim, “Tevbe”, 14-16) meâlindeki kutsî hadis dikkate alındığında rahmetin Allah’ın zâtî niteliklerinden biri olduğu, gadzabın ise kulları uyarmak ve mazlumların hakkını korumak gibi daha çok yaratılmışlara yönelik bir nitelik taşıdığı anlaşılır. Ayrıca gadzabın söz konusu olmadığı bir rahmetin haksızlığa uğrayanlar için bir çeşit rahmetsizlik sayılacağı düşünülürse, hakkın yerini bulması ve adaletin gerçekleşmesi için suçluların cezalandırılması anlamında gadzabın bir bakıma genel rahmet kavramının şümulü içinde bulunduğu anlaşılır.

Günah işlemek ve iman

Sual: Günah işlemek ve işlemeye devam etmek insanın imansız ölmesine sebep olmaz mı?
CEVAP
Büyük günahları işlemek ve devam etmek insanı küfre sürükleyip, imansız ölmesine sebep olabilir.

Sual: Büyük günahlar nelerdir?
CEVAP
Büyük günahlardan bazıları şunlardır:

1- Bid’at sahibi olmak
2- Günah işlemeye devam etmek
3- Müslüman olduğuna şükretmemek
4- İmansız ölmekten korkmamak
5- Zulmetmek
6- Anaya-babaya âsi olmak
7- Doğru olsa da çok yemin etmek
8- Namazı öğrenmeye ve çoluk-çocuğa öğretmeye önem vermemek
9- İçki içmek
10- Yalan yere evliyalık taslamak
11- Günahını küçük görmek
12- Kendini beğenmek
13- İlim ve ibadeti ile kendini üstün görmek
14- Haset etmek
15- Tecrübe etmeden bir kimseye iyi demek
16- Yalana, gıybete devam etmek
17- Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından uzak durmak
18- Kâfir olsa da komşusuna eziyet etmek
19- Dünya işleri için, çok sinirlenmek
20- Büyü yapmak
21- Salih olan mahrem akrabayı ziyareti terk etmek
22- Allahü teâlânın sevdiklerini sevmemek; sevmediklerini sevmek
23- Mümin kardeşine üç günden fazla kin tutmak
24- Zina veya livata yapmak
25- Açık saçık giyinmek
26- Katillik
27- Hırsızlık
28- Uyuşturucu madde kullanmak
29- Gasp
30- Ramazan orucunu, açıktan yemek
31- Zaruretsiz faiz vermek
32- Haksız yere yetim malı yemek
33- Ölçü ve tartıda hile yapmak
34- Namazı vaktinden önce veya sonra kılmak
35- Kalb kırmak
36- Rüşvet almak
37- Malın zekatını ve uşrunu vermemek
38- Canlı hayvanı ateşte yakmak
39- Kur’an-ı kerimi öğrendikten sonra, okumasını unutmak
40- Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek
41- Hainlik etmek
42- Eshab-ı kiramdan herhangi birini sevmemek
43- Namuslu kadına, kötü kadın demek
44- Müslümanlar arasında söz taşımak
45- Avret yerini açmak veya başkasının avret yerine bakmak
46- Emanete hıyanet etmek
47- Cimrilik
48- Dünyaya düşkünlük
49- Allahü teâlânın azabından korkmamak
50- Haramı haram helali helal bilmemek
51- Falcıların falına inanmak
52- Kadına, kıza yani harama bakmak
53- Kadınların erkek, erkeklerin kadın elbisesi giymesi
54- Ettiği iyiliği başa kakmak
55- Allah’tan gayrıya yemin etmek. Mesela çocuğumun ölüsünü öpeyim gibi
56- Küçük günahı işlemeye devam etmek
57- Bir namaz vaktini kaçıracak zaman kadar cünüp durmak
58- Çalgı çalmak ve dinlemek
59- İntihar etmek
60- Dinini öğrenmemek.

Günahı önemsiz saymak

Sual: Günahı önemsiz saymak ne demektir, nasıl olur?
CEVAP
Günahı önemsiz saymanın ne demek olduğu çok kimse tarafından bilinmemekte, bu yüzden günahkârlara kâfir denmektedir. Mesela (İçki içmeye devam eden kimse, haram olduğuna önem verse, içmez, açık gezen bayan, bunun haram olduğuna önem verse kapanır. O halde bunlar, işlediği günahlarına üzülmedikleri, yani haramı önemsiz saydıkları için kâfirdir) demek yanlıştır.

Üzülmeyen, önem vermeyen kâfir olur ama, üzülmek, önem vermemek ne demektir? Mesela namazını kılan bir bayan, açık gezmenin günah olduğunu biliyorsa, (Kapanmak Allah’ın emri, kapansak iyi olur ama, bu zamanda kapanamıyoruz) derse, bu bayana kâfir denmez. Bunun gibi içki içen kimse de, (İçki haramdır, fakat alıştık bırakamıyoruz) derse, bu kimseye kâfir denmez. Aksine, hiç içki içmeyen biri, (bir bardak şarap içmek günah sayılmaz) dese küfre girer. Yahut, (Herkes açık geziyor, ne oluyor, biz de geziyoruz, herkes içiyor, biz de içiyoruz, sarhoş olmadıktan sonra ne zararı olur) diyerek haramı önemsiz saymak küfür olur.

Allahü teâlânın gazabı günahlar içinde saklıdır. Bir günah yüzünden büyük azaba maruz bırakabilir. Yüz bin sene ibadet eden iyi bir kulunu, sonsuz olarak Cehenneme koyabilir. Mesela yüz bin sene itaat eden İblis, kibrederek secde etmediği için sonsuz olarak Cehennemlik oldu. Âdem aleyhisselamın oğlu, bir adam öldürdüğü için ebedi Cehennemlik oldu. Her duası kabul olan Belam-ı Baura, bir günaha meylettiği için imansız gitti. Karun zekat vermediği için malı ile helak oldu. O halde her günahtan kaçmaya çalışmalı. Bir hadis-i şerifte, (Çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların  [nâfile] ibadetleri toplamından daha iyidir) buyuruluyor. Her günah, Allahü teâlâya isyan olduğundan, büyüktür; fakat bazısı, bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihanın nafile ibadetlerinden daha sevabdır, çünkü nafile ibadet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmaksa farzdır. (Rıyad-un-nasıhin)

Günah işleyince de ümitsizliğe kapılmamalı, hemen tevbe etmelidir. Mümin hem Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemeli, hem de Ondan çok korkmalıdır. Hadis-i şerifte (Müminin kalbinde korku ile ümit varsa, Allahü teâlâ onu umduğuna kavuşturur, korktuğundan da emin eder) buyuruldu. Yani bir mümin, Allah’ın azabından korkar, rahmetinden de ümidini kesmez, haramlardan kaçıp ibadetlerini yapmaya çalışırsa Cennete gider.

Bir insan ne kadar büyük günah işlerse işlesin, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Hatta azılı bir kâfir bile tevbe edip “La ilahe illallah Muhammedün Resulullah” dese, bütün günahları affolur, tertemiz bir insan olur. Yani dünyada iken Allah’ın affetmediği günah yoktur. Tevbe edince şirki yani kâfirliği de affeder. Öldükten sonra artık kâfirlere af yoktur. Kur’an-ı kerimde, (De ki, ey çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah, [iman ehlinin] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder. Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) buyuruluyor. (Zümer 53)

Allahü teâlânın rızasının ve gazabının hangi işte, hangi sözde olduğunu bilmeyiz. Bu bakımdan hiçbir sözü, hiçbir iyiliği ve kötülüğü küçük görmemelidir. Cenab-ı Hak, rızasını iyilikler içinde, gazabını da günahlar içinde saklamıştır. Önem verilmeyen bir günah, Allah’ın gazabına sebep olabilir. Onun için sözümüze dikkat etmeliyiz. Atalarımız, (Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir) demişlerdir.

İbadet yapmamak, günahlardan kaçmamak insanın kalbini karartır, zamanla küfre sokar, kâfir olur. Günahların hepsi Allah’ın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. İbni Münkedir hazretleri ölüm döşeğinde ağlıyordu. Sebebini sordular. “Kasten büyük bir günah işlemedim. Önemsiz saydığım küçük bir günah, Allah’ın gazabına sebep olduysa diye korktuğum için ağlıyorum” dedi. İşte böyle korkular müslümanın kurtuluşuna sebeptir. Çünkü hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, kıyamette buyurur ki: “Dünyada iken bir gün beni hatırlayıp ananı, benden bir kerecik korkanı, Cehennemden çıkarın”) buyuruldu.

Çok önemli tembih

Erkek olsun, kadın olsun, her Müslümanın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emirlerine, yani farzlara ve yasak ettiklerine yani haramlara riayet etmesi lazımdır. Bir farzın yapılmasına, bir haramdan sakınmaya önem vermeyenin imanı gider. İmansız kimse, kabirde azap çeker. Ahirette Cehenneme gider. Cehennemde sonsuz yanar. Af edilmesine, Cehennemden çıkmasına imkan ve ihtimal yoktur. Küfre düşmek çok kolaydır. Her sözde, her işte küfre düşülebilir. Küfürden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahi, her gün bir kere, Ya Rabbi, bilerek veya bilmeyerek küfre sebep olan bir söz söyledim veya bir iş yaptım ise, pişman oldum. Beni affet diyerek tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak affolur. Cehenneme gitmekten kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, her gün muhakkak tevbe etmelidir. Bu tevbeden daha önemli bir vazife yoktur. Kul hakkı bulunan günahlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş namazlar için tevbe ederken, bunları kaza etmek lazımdır. (Seadet-i Ebediyye)

Günahı hafif görmek

Sual: Ehl-i sünnet itikadına göre amel imandan parça değildir. Yani insan günah işlemekle kâfir olmaz. Bir de, (Günahı hafif görmek, önem vermemek küfürdür) buyuruluyor. İçki içen, gıybet eden, yalan söyleyen kimse, günah işlediği için kâfir olmuyor, fakat bu günahları hafif görmese zaten bunları işlemez. Bunlar kâfir mi, değil mi? Buradaki inceliği anlayamadım. Mesela namaz kılan bir kadın, açık geziyor. Açık gezme günahını hafif görmese açık gezmez. Allah’a imanı olmasa, namaz kılmaz. Bunun imanı var mı, yok mu? Yine kitaplarda, (Ramazanda açıktan oruç yiyenlerin imanı gider) deniyor. Hâlbuki oruç tutmamak günahtır, küfür değildir. Günahı hafif görmek küfür olduğu gibi, kitaplarda sadece farzı değil, sünneti bile hafif görenin, önem vermeyenin kâfir olacağı yazıyor. Namazda takke giymek sünnettir. Önem vermezse kâfir oluyor, (Önem verseydi giyerdi) diye hatırıma geliyor. İkindinin ve yatsının sünnetini terk edenler için de aynı şeyi düşünmekten kendimi alamıyorum. Hâlbuki sünneti yapmayan sevabdan mahrum kalır, kâfir olmaz. İkisinin ortasını bulamıyorum. Bu konuda bir açıklama mümkün müdür?
CEVAP
Hem namaz kılıp, hem de, çekinmeden günah işleyen kimse için, kesin olarak (Günahı hafife alıyor) veya (Günahı hafife almıyor) demek yanlış olur.

Devamlı açık gezen bir bayanın, açıklığı hafife almadığını söylemek zordur. Devamlı içki içen veya başka günahı işleyen kimse için de, (Bu günahı hafife almıyor) demek çok zordur. Günah alışkanlık hâline gelince, hafife alınma tehlikesi başlar. Devamlı bir veya birkaç günahı işleyen kimsenin tevbe etmesi güçtür. Tevbeyi hatırına bile getirmez. Namaz kılan bir kimse, (Örtünmenin dinde yeri yoktur) diye inansa kâfir olacağı gibi, örtünme emrini hafife alınca da kâfir olur.

Ara sıra günah işleyen kimsenin günahı hafife aldığını söylemek zordur. Böyle kişi tevbe de edebilir. Genelde ara sıra günah işleyen kimse, günahı hafif gördüğü için değil, o anda basireti bağlanıyor, gaflete düşüyor sanki farkında olmadan günah işliyor. Yoksa bir Müslüman, günaha önem vermeden kasten günah işlemekten çekinir.

(Ramazanda açıktan oruç yiyenlerin imanı gider) demek, oruç tutmayan kâfir olur demek değildir. Oruç tutmamak ayrı, oruca meydan okur gibi, başkalarını da oruç tutmamaya teşvik eder şekilde açıktan oruç yemek ayrıdır. Bunda orucu hafife almak vardır. Bir insan, aç kalırım korkusuyla, hastalanırım endişesiyle veya işimi aksatır diye oruç tutmazsa, bunlar gerçekten geçerli bir sebep olmasa da, yine bir mazeretle oruç tutmamış olur, orucu hafife almış olmaz, yani küfür değildir.

Takke giymemek gibi, sünnetleri yapmayan, sünnete önem vermediğinden değil, geçersiz de olsa, başka sebeplerle bunları yapmıyor. Buna benzer sebeplerle sünnetleri yapmayana ve günah işleyene kâfir dememelidir.

İçki ve iman
Sual: (İçki içeri, iman dışarı! İçki içenin kırk gün namazı kabul olmadığı için namaz kılmamalı) diyorlar. Böyle bir şey var mı?
CEVAP
Hayır, böyle bir şey yoktur. Ehl-i sünnet itikadına göre, içkiyi helâl bilmedikçe veya haramı hafife almadıkça, içki içenin imanı gitmez. (İhya)

Namazı bırakmak çok büyük günahtır. (İçki vücuttan kırk gün çıkmaz) diye bir şey yoktur. Kur’an-ı kerimde (Sarhoş iken kılmayın) buyuruluyor. Çünkü ne okuduğunu anlamaz ve sallanacak kadar sarhoş olanın abdesti de bozulur. Abdestsiz olunca namaz da kılamaz. Okuduğunu anlamayacak kadar çok içmemişse, namazını kılması lazımdır. Ne günah işlenirse işlensin, namaz terk edilmemeli. İçki içmeye devam eden kimsenin, namazı sahihtir, yani borç ödenmiş olur, ama büyük sevablara kavuşamaz. İçki içen, içki içtim diye, dua etmeyi ve zikretmeyi, tesbih çekmeyi bırakmamalıdır.

Salih bir zat, daha önce ölmüş olan o bölgede tanınmış bir kadını rüyada iyi hâlde görünce, durumunu sorar. Kadın da şöyle cevap verir: “Rabbim beni affetti. Günah olduğunu bildiğim hâlde, nefsime uyup içki içerdim. Yine bir içki meclisindeyken ezan okunmaya başladı. İçkiyi bırakıp, ben de müezzin gibi şehadet getirdim. Çok geçmeden öldüm. Allahü teâlâ, meleklere, (Kalbinde imanı olmasaydı, beni sarhoş hâlde hatırlamazdı. Ona azap etmeyin!) buyurdu. Böylece affa uğramış oldum.” (Şir’a şerhi)

Menkıbede de görüldüğü gibi, her içki içene, hattâ içki içerken ölene de, kâfir dememelidir. Zerre imanı varsa, sonunda kurtulur.

Sual: Dinimizin emrettiği farzlardan birini tembellikle yapmayan kimsenin imanı gider mi?
CEVAP
Farzlara ehemmiyet verip, tembellikle yapmayan kimsenin imanı gitmez. Fakat, bir farzı yapmayan Müslüman, iki büyük günaha girer. Birincisi, o farzın vaktini ibadetsiz geçirmek yani farzı geciktirmek günahıdır. Bunun affolması için tövbe etmek, yani pişman olmak, üzülmek, bir daha geciktirmeyeceğine karar vermek ile olur. İkincisi, bu farzı terk etmek, yapmamak günahıdır. Bu büyük günahın affolması için, bu farzı hemen kaza etmek, yani vaktinden sonra hemen yapmak lazımdır. Kazayı geciktirmek de, ayrıca büyük günah olur.

Sual: İnsanlara zulmeden, mallarına, namuslarına saldıran azgın kimseler de, iman nimetine kavuşabilir mi?
CEVAP
Allahü teâlâ, dünyada bütün insanlara acıyor, muhtaç oldukları şeyleri yaratıp, herkese gönderiyor. Dünyada rahat ve huzur içinde yaşamaları ve ahirette sonsuz saadete kavuşmaları için, ne yapmaları lazım olduğunu açıkça bildiriyor. Nefislerine, kötü arkadaşlara, zararlı kitaplara ve yayınlara aldanarak, küfür ve dalalet yoluna sapanlardan, dilediğini hidayete kavuşturuyor, bunları doğru yola çekiyor. Ancak azgın, zalim olanlara bu nimetini ihsan etmiyor. Onları, beğendikleri, istedikleri, içine düştükleri inkâr bataklığında bırakıyor.

Sual: Bir Müslümanın imanını gideren söz ve hâller nelerdir?
CEVAP
İslamiyetin imansızlık alameti dediği sözleri söyleyen ve işleri yapan, inandığını söylese de, imanı gider ki buna Küfr-i hükmî denir. İslamiyetin tazimini, hürmet edilmesini emrettiği şeyi tahkir etmek, kötülemek böyledir. Bunun için, Allahü teâlâya layık olmayan şey söyleyenin imanı gider. Mesela, Allah, Arş’tan veya gökten bize bakıyor, sen bana zulmettiğin gibi, Allah da sana zulmediyor, filan Müslüman benim gözümde Yahudi gibidir, yalan bir söze, Allah biliyor ki, doğrudur demek, melekleri küçültücü şeyler söylemek, Kur’ân-ı kerimi, hatta bir harfini küçültücü söz söylemek, bir harfine bile inanmamak, çalgı çalarak Kur’ân okumak, imanı giderir.

Peygamberleri küçültücü şeyler söylemek, Kur’ân-ı kerimde isimleri bildirilen yirmibeş Peygamberden  birine inanmamak, meşhur sünnetlerden birini beğenmemek, çok iyilik yapan birisi için, Peygamberden daha iyidir demek, imanı giderir.
(Kabrim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir) hadis-i şerifini işitince, ben minber, hasır ve kabirden başka bir şey görmüyorum demek küfür olur.

Ahırette olacak şeylerle alay etmek, kabirdeki, kıyametteki azaplara, akla, fenne uygun değildir diyerek inanmamak, Cennette Allahü teâlâyı görmeye inanmamak, ben Cenneti istemem, Allahı görmeyi isterim demek küfür olur.

Namaz kılmak ve kılmamak birdir, zekât vermem, faiz helal olsaydı demek, haram maldan sadaka verip sevap beklemek, fakir, verilen paranın haram olduğunu bilerek, verene hayır dua etmek, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin  kıyâsı hak değildir demek küfürdür. A’râf suresinin 56. âyet-i kerimesinde meâlen;
(Allahü teâlâ, rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce, müjdeci gönderir. Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırırız. O yağmurla yerden meyveler çıkarırız. Ölüleri de mezarlarından böyle çıkaracağız) buyuruldu. Bu âyet-i kerimede, ihtilaflı olan bir şeyi, söz birliği ile anlaşılmış olana benzetmek bildirilmektedir. Allahü teâlânın yağmur yağdırdığını ve yerden ot çıkardığını, herkes biliyordu. Öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu, yeryüzünün kuruduktan sonra tekrar yeşillenmesine benzeterek isbat etmektedir.

Günahlar büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdır.

Müslüman her türlü günahtan, ateşten ve cereyana çarpılmaktan sakındığı gibi sakınmalıdır; yılandan ve akrepten kaçındığı gibi kaçınmalıdır. Zira günahlara girmek, hayatı tehlikeye atmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlihtir.

Allah (cc), “İttekullah! Vettekullah!” gibi âyetlerle bizlere takvayı emrediyor.

“Allah’tan korkunuz, günahlara girmeyiniz, hududu aşmayınız!” ferman ediyor.

Bütün peygamberler yine âyetin ifadesiyle, “Fettekullahe ve etîûnî” okuyarak ümmetlerine takvayı ders vermişlerdir.

    “Takva, menhiyyattan ve günahlardan içtinab etmek, sakınmaktır. Her zaman şerleri def etmek celb-i nef’a râcih olmakla beraber, yüzlerce günahın insana hücum ettiği bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında takva olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssülesas olup büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. Bu yıkıcı cereyanlara karşı takva en büyük esastır. Farzları yapan, büyük günahları işlemeyen kurtulur. Böyle kebâir-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih bu ağır şartlar altında çok hükmündedir. Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü bir haramın terki vaciptir, bir vacibi işlemek çok sünnetlere mukabil sevabı var. Böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab az bir amelle, yüzer günahın terkiyle yüzer vacip işlenmiş olur. Bu ehemmiyetli nokta niyetle, takva namıyla, günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli amel-i salihadır.” (bk. Kastamonu Lahikası, 103. Mektup)

Allah rızası için îmana ve Kur’an’a hizmet eden Müslümanların bu zamanda en mühim vazifeleri binler tahribatçılara ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir.

Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyyede yüzer günah insana karşı geliyor. Elbette takva ile ve niyeti içtinab ile yüzer amel-i salih işlenmiş hükmündedir.

Aziz Mü’minler!

Dünyaya gelir gelmez “Ümmetim!” diyen, mi’rac’da Allah’tan ümmetini isteyen, hayatını ümmetini irşad için sarfeden, mahkemeyi kübrada yüce adalet divanında herkesin “Nefsî, nefsî!” dediği mahşer meydanında yine bütün şefkat ve merhametiyle “Ümmeti, ümmeti!” diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlıkla, yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşacağını, “Şefaatim ümmetimin günahkârları içindir!” hadisiyle müjdeleyen Sevgili Peygamberimiz (asm) ümmetini helak edici en büyük günahları şöyle haber veriyor:

    “İctenibüsseb’al-mûbikât!”

    “Helak edici 7 şeyden sakınınız:
    1. Allah’a ortak koşmak,
    2. Sihir ve büyü yapmak,
    3. Haksız yere Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymak,
    4. Yetim malına el koyup gasbetmek,
    5. Zina yapmak,
    6. Vatan ve mukaddesat müdafaası gününde harp meydanından kaçmak,
    7. İffetli, namuslu, îmanlı kadınlara zina isnadıyla iftira etmek.”

Büyük günahlar sadece bunlardan ibaret değildir. Kur’ân’da ve hadislerde başka büyük günahlar da beyan edilmiştir. Meselâ:

Ana-babaya karşı gelmek, onları hor görmek, içki, kumar, insanları aldatmak, zulmetmek, faizli alışveriş yapmak büyük günahtır. Bu günahlar toplum hayatını zehirleyen, dirliği ve düzeni bozan, birliği ve beraberliği altüst eden, bütün karışıklıklara, fitne ve fesada sebep olan, anarşi ve teröre kaynak teşkil eden günahlardır.

Toplumda huzurun temini bu günahları ve günahkârları engellemekle mümkün olabilir.

Müslüman kadınların el ve yüzleri hâriç, başlarını ve vücutlarını açarak nâmahrem erkeklere göstermeleri büyük günahtır; intihar etmek, emanete hıyanet etmek, harama bakmak, haram sesleri dinlemek, gıybet, yalan, iftira…

Bütün bunlar büyük günahlardır. Günahta ısrar ise daha büyük günahtır. Derhal tövbe etmek, yangını büyümeden söndürmek lâzımdır.

Aziz Kardeşlerim!

Allah’ın rahmetinden ümit kesmek de büyük günahtır. İnsan olarak hepimizin günah ve kusuru vardır. Geliniz tövbe edelim! Cenab-ı Hakk’n tövbe eden kullarına kapısı açıktır ve bize şu müjdeyi veriyor:

    “Eğer siz yasak edilen büyük günahlardan sakınırsanız, diğer günahlarınızı affeder ve sizi şerefli bir makama yerleştiririz.” (Nisa, 4/31)

işlemiş okluğumuz günahlar kalp ve ruhumuzda yaralar açmış, o yaralardan hâsıl olan şüphe ve vesveseler bizi camilerden, dinî cemaatlardan, namazdan, niyazdan uzaklaştırmış ise o tehlikeli yoldan, o günahkâr hayattan dönelim. Allah’a dönelim, O’nun rahmetine sığınalım!

Günahlar kalbimizi siyahlandırmış, katılaştırmış ise, tövbe ve istiğfar suyu ve sabunuyla yumuşatıp îman nuruyla nurlandıralım!

Unutmayalım ki:

Günahlar ebedî hayatımızı yakıp mahvedecek yangınlardır. Bu yangım tövbe suyuyla söndürelim! Bu günah yılanlarını hayatımızı zehirlemeden öldürelim!

Sevgili Peygamberimiz (asm)’in şu irşad ve ikazına kulak verelim:

    “Ey insanlar! Allah’a tövbe ediniz! Kötülükleri bırakınız! Günahları terkediniz! Zira ben günde 100 defa tövbe ediyorum!”

Başta en zararlı düşmanımız olan nefsimizin, insî ve cinnî şeytanların, günah askerlerinin hücumu karşısında en mühim silahımız istiğfardır.

Ve “Eûzu billahi mineşşeytânirracîm!” ile Allah’a sığınmaktır.

Kalemiz Kur’ân ve sünnet-i seniyyedir. Bu kalelere giren, Sünnete uygun yaşayan kurtulur.

Kur’ân tezgâhında yapılmış îman gemisine binmeyen boğulur. Siperi bırakan asker vurulur.

Trafik işaretlerine uymayan sürücü kaza yapar, kıyameti kopar, âhirette mesûl olur. Bizler de âhiret yolcularıyız! Bu yolda Rabbimizin yasak işaretlerine uymak mecburiyetindeyiz. Yoksa her iki hayatımız tehlikeye düşer.

Kavimlerin Helak Olma Sebepleri

Kavimler neden helak oldu? Kaç tane kavim veya topluluk, nerede, nasıl ve hangi sebeple helak oldu?

Kavimlerin helak olma sebepleri ve şekilleri…

HELAK OLAN KAVİMLER VE KAVİMLERİN HELAK OLMA NEDENLERİ

Kavimlerin helak olma sebepleri; peygamberlerini yalanlamaları, putlara tapmaları, zulüm ve sapkınlıkta ileri gitmeleri ve Allah’a isyan etmeleri şeklinde sıralanabilir.

Âd, Semûd ve Şuayb (Medyen ve Eykeliler) kavimlerinin helakı, Sebe kavmini perişan eden Arim seli, Ashâbu’l-Uhdûd hadisesi ve Fil olayı, Arap toprakları olarak bilinen Bilâdü’l-Arap’ta meydana gelen helak hadiseleridir.

Musa aleyhisselâm’ın düşmanları olan Firavun ve adamlarının helaki ile Karun ve Haman’ın yok edildiği yer, Mısır topraklarıdır.

Lût kavmini yok eden o dehşetli felaket ile helak yerine daha hafif bir cezaya çarptırılan İlyas aleyhisselâm kavmi’nin başına gelenler, Bilâdü’ş-Şâm topraklarında meydana geldi. Helak olan kavimler;

    Nuh Kavmi, Nuh Aleyhisselem
    Nemrud ve kavminin helakı, İbrahim Aleyhisselam
    Âd Kavmi, Hud Aleyhisselam
    Semûd Kavmi, Salih Aleyhisselam
    Lût Kavmi, Lut Aleyhisselam
    Şuayb Kavmi (Medyen Halkı ve Eykeliler), Şuayb Aleyhisselam
    Ashâbu’l-Karye
    Ashâbu’s-Sebt
    Ashâbu’l-Uhdûd
    Tübba Kavmi
    Ashâbu’l-Fîl

Helak olan kavimler ve kavimlerin helak olma sebepleri…

KAVİMLERİN HELAKI

Ciddî bir uyanıklık içinde geçirilmesi îcâb eden bu imtihan dünyâsında, maalesef insanların çoğu derin bir gaflet uykusundadır. Lâkin bu cehâlet, dalâlet ve gaflet uykuları, onları hazîn ve hicranlı bir âkıbete sürüklemiştir. Dünyâ, onlar için bir aldanış mekânı olmuştur.

Müsbet veya menfî, gidilen her yolun kabre vardığı bu yaldızlı dünyâda, îmansızlığın ana sebepleri; düşüncesizlik, cehâlet, gaflet, şehvet, dünyâ nîmetlerine boğulma, gâfilleri taklîd etme, koyu bir maddecilik zihniyeti, ahlâksızlık ve netîce olarak kalbi, nefse fedâ etmektir.

HELAK EDİLEN KAVİMLER

İnsanlık târihi, îmân ve ahlâk yolundan çıkan azgınlara tatbîk olunan nice ilâhî gazap tecellîlerine şâhid olmuştur. Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin kibirli insanları; peygamberlerle mücâdele eden, kendisinin tanrı olduğunu iddiâ eden ve sonunda bir avuç suda helâk olan Firavun; bir sineğin mağlûb ettiği Nemrud; yaşayışları hayvanlardan daha aşağı olan ahlâksız Lût kavmi ve benzerleri, zulüm ve isyanlarına bürünerek bu dünyâdan göçüp gittiler.

Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“Onlara, kendilerinden evvelkilerin; Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrâhîm kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberleri, onlara apaçık mûcizeler getirmişti. Allâh onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.” (et-Tevbe, 70)

Küfür, isyan, zulüm ve haksızlık târihi, ilâhî intikâmın dehşetli örnekleri ile doludur. Allâh’a ve peygamberlerin gösterdiği yola muhâlefet ve isyân edenlerin, er-geç ilâhî kudretin acı azâbı ve çetin tecellîleri ile karşılaşmaları, kaçınılmaz ve değişmez bir ilâhî kânundur.

Allâh Teâlâ, peygamberleri, nefsânî arzuların açtığı toplum yaralarına şifâ vesîlesi olmak üzere insanlığa ikrâm etmiştir. Lâkin dünyânın yaldızlarına aldananlar, peygamberlerin açtığı nûrlu ufuklar¬dan ayrılmışlar, ebediyet bedbahtlığının korkunç enkâzı hâline gelmişler, toplumlarını vîrâneye çevirmişlerdir. Sefâletlerini saâdet zannetmenin hüsrânına uğramışlar, yaratılış hikmetini ve esrârını kavrayamayıp hayvanların hayatlarını taklîd etmişler ve neticede ilâhî gazaplara dûçâr olarak helâk olmuşlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

“Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Sen, onlardan herhangi bir kimseyi görüyor veya onlardan cılız bir ses olsun işitiyor musun?” (Meryem, 98)

“Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nice olduğuna bakmadılar mı? Ki onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü işlemişler, onu, bunların îmâr ettiklerinden daha çok îmâr etmişlerdi. Peygamberleri, onlara da nice açık deliller getirmişlerdi. Zâten Allâh, onlara zulme¬decek değildi; fakat onlar, kendi kendilerine zulmetmekte idiler.” (er-Rûm, 9)

Âyette, su ve mâden çıkarmak, ya da ekip dikmek için toprağı işleyen ve bayındır beldeler meydana getiren, sonra da, inkârcılıkları yüzünden Allâh’ın gazabına uğrayan Âd ve Semûd gibi eski kavimlere işâret edilmekte ve onların kalıntılarına bakılıp ibret alınması öğütlenmektedir.

FİRAVUN NEDEN HELAK OLDU?

İnsanda “acıkma” duygusunun meydana gelmesi, vücûda gereken hayâtî malzeme ihtiyacındandır. Darlık zamanlarında insanların Allâh’ı araması ise, rûhun ihtiyâcından kaynaklanmaktadır. Nemrûd’un, Hazret-i İbrâhîm ateşe atıldığında, ateşin O’nu yakmadığını görünce; “Kendi tanrılığımdan vazgeçmem; lâkin senin Rabbine dört bin sığır keseceğim!” demesi ve Firavun’un, suda helâk olacağını anladığı zaman “Benî İsrâîl’in inandığı Allâh’a inandım!” demesinin hiçbir değeri yoktur. Başı sıkışan gâfillerin, ölüm buhrânı geçiren münkirlerin, tesellîsiz ve himâyesiz kaldıkları korkunç anlarda kendilerine gelmeleri ve iç âlemlerine dönmeleri, insan fıtratındaki dîn ihtiyâcının muktezâsıdır.

Ömürlerini, küfür ve gaflet çalkantıları içinde geçirenlerin son hâlleri, ne hazîn bir çırpınış ve tükeniştir. Ölüm meleğinin; «Daha evvel neredeydin?» demesi, acıklı bir azâbın başlama ânıdır.

Ölüm, dünyâya âit bütün zevklerin iptali, aynı zamanda bütün fânî alışverişlerin nihâyetidir.

Bu sebeple, sâlihler ve ârifler, nefeslerini bir ömür tesbîhi hâline getirerek hakîkate yaklaşırlar. Vücûdlarını müşterek bir ölüm tâlimi içinde nûrlandırarak fânîlikten sıyrılırlar. Herkes değişik bir yerde ve değişik bir uykuda iken onlar, farklı bir tecellîde olurlar.

Şâyet ölümden kaçmak ve korkmak îcâb ediyorsa, akşamlar yaklaşırken korkularla titrememiz lâzımdır. Hâlbuki gecelerin esrârına dalarken içimizden bir korku geçirmiyoruz. Çünkü sabahın gelmesi, bir hilkat kâidesi ve ilâhî bir tanzimdir. O hâlde, ölümün koynundan da bir hakîkat sabâhına kalkılmasının tabiî görülmesi lâzımdır.

Hak Teâlâ buyurur:

“Ey insanlar! Allâh’ın va’di elbette ki haktır. Sakın dünyâ hayatı sizi aldatmasın! Hîleci şeytan, Allâh’ın affıyla sizi kandırmasın!” (Fâtır, 5)

Âhiretsiz bir dünyâ ferahlığı elde etmek için dünyâ süslerine bürünen ve fânî lezzetlerde son gününe kadar yorulanların hâli, ne hazîn bir tükeniştir! İslâmiyet ise, cihâna hikmet gözü ile bakmayı emretmekte ve hayatın istikâmet üzere ve şuurlu bir şekilde yaşanmasını istemektedir. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Sizi abes olarak (boş yere) yarattığımızı ve huzûrumuza getirilmeyeceğinizi mi sandınız? Mutlak hâkim ve Hak olan Allâh çok yücedir. O’ndan başka ilâh yoktur. O, yüce Arş’ın Rabbidir.” (el-Mü’minûn, 115-116)

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar? And olsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allâh, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlakâ ortaya koyacaktır. Yoksa kötülük yapanlar, bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ne yanlış) hüküm veriyorlar!” (el-Ankebût, 2-4)

İslâm dîni, insanın beşikten mezara kadar hayatını tanzîm edip, onu, âhiret âleminin esrârına ve gaybî hakîkatlerine hazırlar. İnsanın; beşik ile tabut arasındaki münâsebeti kavrayamadan, kâinattaki mevkîini ve vazîfesini tâyin edemeden ve gideceği mezar yolculuğunun hikmet ve ibretini id¬râk edemeden, hayatı gâyesiz bir şekilde yaşayışı ne büyük bir hüsrandır! Bu hâl, ardında hazîn bir hâtıra yığını bırakarak ölümün girdaplarında kaybolmaktan başka nedir?

Peygamberlerin beşerî güçleri tükendiğinde kendilerine ilâhî nusret yetişir ve inkârcılar üzerine Allâh’ın kahır ve intikâmı tahakkuk eder. Nûh -aleyhisselâm-’ın, 950 senelik sabırdan sonra tahammülü bitti ve âyet-i kerîmede bildirildiği üzere:

“(Yâ Rabbî!) Mağlûb oldum, bana yardım et! (İntikâmımı al!) diye Rabbine duâ etti.” (el-Kamer, 10)

HAYATTA EN ÇOK KORKULAN HADİSELER

Hayatta en çok korkulan ve ilâhî bir tehdîd olan hâdiseler; tûfânlar, kasırgalar, zelzeleler, kıtlık, yıldırımlarla dolu azâb bulutları, düşman işgalleri ve sârî hastalıklar gibi ilâhî gazap tecellîleridir. “Tabiat olayları” olarak görülen bu tip vak’alar, gelişigüzel olmayıp birçok sebep ve hikmetlere bağlıdır. Bu tip acı hâdiseler, insanların isyanları ve günahları sebebiyle meydana gelir. Ve ilâhî nizâmın felâketleri, tahakkuk safhasına girer.

Allâh -celle celâlühû-, -hâşâ- zâlim değildir. Fakat bu felâketlerin, kulların hak etmesiyle zuhûr ettiği bir gerçektir. İlâhî nizâma ve kudsî esaslara karşı koyanların, ilâhî intikâmın acı tatbikâtı ile karşılaşmaları kaçınılmazdır.

Ağaçtan düşen bir yaprağın bile, ilâhî kaderle düştüğü, Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edilmektedir. Aksi hâlde kâinatta, fizikî bir anarşi meydana gelirdi. Bütün fizikî hâdiselerin içinde binbir türlü esrâr gizlidir. Bu esrâr, peygamberlere ve ehl-i kalbe ayândır.

Kur’ân-ı Kerîm’de kavimlerin helâkiyle ve bunun sebep ve hikmetleriyle alâkalı pek çok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Âlemlerin Rabbi olan Allâh Teâlâ zulmetmekten münezzehtir ve aslâ kullarına haksızlık etmez. Zulüm ve haksızlık insana âit olan bir vasıftır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Şüphesiz ki Allâh, insanlara hiçbir sûretle zulmetmez; fakat insanlar, kendilerine zulmetmektedirler.” (Yûnus, 44)

ALLAH’IN GAZABI İLE İLE İLGİLİ AYETLER

Nihayetsiz bir merhamet, hilim ve sabır sâhibi olan Yüce Rabbimiz, insanların zulümleri had safhaya vardığı zaman onları şiddetle yakalar ve âleme ibret kılar:

“…Şüphesiz O’nun yakalaması, pek elem vericidir, pek çetindir!” (Hûd, 102)

Hattâ öyle yakalar ve helâk eder ki bu azâba dûçar olanların bir daha ıslâh olmaları mümkün olmaz. Bu hakîkate âyet-i kerîmelerde şöyle işâret edilir:

“Helâk ettiğimiz bir belde için artık (yeniden mâmur olmak) imkânsızdır. Çünkü onlar, geri dönemeyeceklerdir.” (el-Enbiyâ, 95)

“(Müşrikler) kendilerinden önce kaç nesli yok ettiğimizi ve bu yok olup gidenlerin bir daha onlara dönüp gelemeyeceklerini görmüyorlar mı?” (Yâsîn, 31)

Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş kavimlerin helâk edilişlerini anlatırken bunun sebepleri üzerinde de durmakta ve sonradan gelenleri îkâz etmektedir. Bu sebeplerin başında Allâh’ın nîmetlerine karşı nankörlük etmek, şükredecek yerde bol nîmetler içinde şımarmak, zulüm ve haksızlıkta ileri gitmek gibi büyük günahlar gelmektedir. Mevzuyla alâkalı âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Biz refâhından şımarmış nice memleketleri helâk etmişizdir. İşte, onların kendilerinden sonra pek az iskân görmüş harâbeleri! Biz onların (hepsinin) vârisi olduk.” (el-Kasas, 58)

“…Biz halkı zâlim kimseler olan şehirlerden başkasını helâk edici değiliz.” (el-Kasas, 59)

“Nitekim birçok memleket vardı ki, o memleket (halkı), zulmetmekte iken, biz onları helâk ettik. Şimdi o ülkelerde duvarlar, (çökmüş olan) tavanların üzerine yıkılmıştır. Nice kullanılmaz hâle gelmiş kuyular ve (ıssız kalmış) ihtişamlı saraylar vardır.” (el-Hacc, 45)

İnsanların başlarına gelen dünyevî ve uhrevî bütün musîbetlerin, bizzat kendi elleriyle yaptıklarının karşılığı olduğunu Allâh Teâlâ şöyle haber vermektedir:

“İnsanların elleriyle kazandıkları (günahlar) dolayısıyla karada ve denizde fesat zuhûr etti. Bu, onlara, yaptıklarından bâzısının acısını tattırmak içindir. Umulur ki (tuttukları kötü yolu terkedip) Hakk’a dönerler.” (er-Rûm, 41)

BELA VE MUSİBETLER NEDEN GELİR?

Âyet-i kerîmeden anlaşılacağı üzere, gerek tabiat gerekse içtimaî şartlarda zuhûr eden düzensizlik, dağınıklık ve perişanlık, insanların elleriyle kazandıkları yüzündendir. Bütün bunlar, şirk, ahlâksızlık, haksızlık ve nefsin hevâsına uyularak yapılan aşırılıklar sebebiyle olmuştur. Allâh Teâlâ, tevbe edip şirkten vazgeçerek fıtrat dînine, sağlam ve düzgün yola dönsünler diye, yaptıklarının bir kısmının cezâsını kendilerine bu dünyâda tattırmaktadır. Eğer tevbe edip sırât-ı müstakîme dönmezlerse cezâlarının tamâmını âhirette tadacaklar, asıl cezâlarını orada çekeceklerdir. Diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allâh, çoğunu da affediyor.” (eş-Şûrâ, 30)

Nitekim Cenâb-ı Hak, kullarının irtikâb etmiş olduğu günahların cezâsını ekseriyetle âhirete tehir etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

“Eğer Allâh, insanları zulümleri yüzünden cezâlandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı…” (en-Nahl, 61)

İşlenen günahların bir kısmı mukâbilinde gelen bu musîbetler, belki insanlar ıslâh olurlar diye ilâhî bir îkâz keyfiyeti taşımaktadır.

Ancak Allâh Teâlâ’nın hâlis mü’minler hakkındaki kânunu bundan biraz farklıdır. Çünkü mü’minlere gelen musîbet ve sıkıntılar, onların kulluktaki noksanlıklarına, günah ve hatâlarına keffâret olacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar Müslümanın başına gelen her şeyi, Allâh, onun hatâlarını bağışlamaya vesîle kılar.” (Buhârî, Merdâ, 1, 3; Müslim, Birr, 49)

Allâh’ın rızâsı için çalışıp-çabalayan kimsenin karşılaştığı sıkıntılar, onun sadece günahlarına keffâret olmakla kalmaz, bunun yanı sıra Allâh indindeki derecesini de yükseltir.

Cenâb-ı Hak, helâk olmuş kavimlerin kıssalarını kıyâmete kadar gelecek insanları îkâz etmek ve onlara bir ibret göstermek için tekrar tekrar anlattığını şöyle ifâde buyurmaktadır:

“And olsun ki, civârınızdaki memleketlerden nicelerini helâk ettik. Belki doğru yola dönerler diye âyetleri (böyle) tekrar tekrar açıklıyoruz!” (el-Ahkâf, 27)

“Celâlim hakkı için bunu (Nûh’un gemisini ve tûfan alâmetlerini) bir ibret olarak bıraktık! Hiç ibret alan yok mu?” (el-Kamer, 15)

“Onlardan önce, kendilerinden kuvvetçe pek üstün nice nesiller helâk ettik. Onlar beldelerde sığınaklar edindiler, kaçacak delik aradılar; hiç (ölümden) kurtuluş var mı? Bu hususta, kalbi olan veya hazır bulunup kulak veren kimselere mev’izalar ve ibretler vardır.” (Kâf, 36-37)

“Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zîrâ dolaşsalardı, elbette düşünecek kalbleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüslerdeki kalbler kör olur!” (el-Hacc, 46)

Kalb; bütün hislerle birlikte zihnî ve ahlâkî vasıfların merkezi olarak kabul edildiğinden, âyet-i kerîmedeki ifâde, kendi inatları ve küfürde ısrarlarının onları hakîkati işitmekten ve akıllıca hareket etmekten alıkoyduğunu beyân etmektedir.

KAVİMLERİN HELAKI

Rabbimiz; Nemrûd’un ateşlerini Hazret-i İbrâhîm’in îmânı ile gülistâna çeviren, Firavun’un saltanatını Hazret-i Mûsâ’nın asâsı ile altüst eden, Kâbe’yi yıkmaya kalkışan Ebrehe ordularının fillerini ve askerlerini küçük kuş ordularına çiğneterek Mekke’nin civârını fil mezarlığına çeviren, benzeri diğer azgın kavimleri altüst eden ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-i, “melek, rüzgâr, korku” gibi görünmez askerlerle te’yîd ederek O’na zafer ufukları açan, kahredici bir kudret sâhibidir.

Kahır mekânları, dûçâr oldukları felâketin izlerini ve tesirlerini kıyâmete kadar üzerlerinde taşımaktadırlar. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Vedâ Haccı”nda Mina ile Müzdelife arasındaki Muhassir Vâdisi’ni geçerken sür’atlendiler. Sahâbe-i kirâm hazarâtı:

“–Yâ Rasûlallâh, ne hâl oldu, niçin acele ediyorsunuz?” diye sorunca, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben:

“–Bu mekânda Cenâb-ı Hak, Ebrehe ordularını kahretti. O kahır tecellîsinden bir hisse gelmemesi için sür’atlendim!” buyurdular.

Nitekim hacda bu mekânda vakfe yapılmaz.

Yine Tebük Seferi’nde ashâb-ı kirâm, Semûd kavminin helâk olduğu yerden geçerken Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bu taştan oymalı evlere hüzünle girin! Buradan bir şey de almayın! Çünkü burada azgın bir kavme azâb-ı ilâhî geldi…” buyurmuşlardı.

Sahâbe-i kirâm:

“–Yâ Rasûlallâh, kırbalarımızı su ile doldurduk. Hattâ bu su ile hamur yaptık!” dediler.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Sularınızı boşaltın, hamurlarınızı da dökün!” buyurdular. (Buhârî, Enbiyâ, 17)

İlâhî kahrın tecellî ettiği beldelerde, isyân ve günah yüklü mekânlarda mânen devâm eden o kahrın in’ikâsına mâruz kalmamak için oralarda bulunmamak, zarûreten geçmek gerektiğinde ise sür’atle geçmek îcâb eder.

Kâbe, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve diğer peygamberlerin kabr-i şerîfleri, mescidler, sâlih ve sâdıkların bulundukları mekânlar da, feyz tecellîlerinin kesif olduğu yerlerdir. Buralarda, gönlümüze bereketli rahmet ve feyz yağmurları boşalır.

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan itibâren, zaman zaman insanları, daldıkları îmansızlık ve ahlâksızlık karanlıklarından kurtarmak için peygamberler gönderilmiş ve kitaplar indirilmiştir. Bu, Rabbimizin kullarına büyük bir lutuf ve ikrâmıdır. Nihâyet insanlığın ebedî mürşidi son Peygamber Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. Bu sûretle çöle inen ilâhî nûr, sonsuzluğu gölgesine aldı.

İSLAM NEYİ ÖĞÜTLER?

İslâm dîni, insanı ciddiyete dâvet etmekte ve yarın Allâh’ın huzûruna çıkıp yaşadığı hayâtın hesâbını vereceğini defaatle hatırlatmaktadır. Bu sebeple mü’min, boş ameller, dedikodular ve lüzumsuz sorularla, dînî ve ahlâkî şeref ve haysiyetini küçültecek davranışlarda bulunmamalıdır. Câhillerden uzak durarak lüzumsuz mâcerâların peşinde koşmamalı; abeslere, bâtıllara, azgınlıklara ve gâyesizliklere dalmamalıdır. Sapık felsefelerin çıkmaz sokaklarında dolaşmamalıdır.

Yaz bulutu hâlinde gelip geçen dünyâ hayatını, âhiret endişesi olmadan yaşamak, gündüzü akşamsız telâkkî etmek gibi abes bir şeydir. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü feyz pınarlarından doldurmağa bak. Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.

Cesedine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezîl olup gidiyor.

Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü-kuvvetli gitsin!”

Kaynaklar :

Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Dinimiz islam
Sorular ile islamiyet
islamveihsan
Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi

Author: RasitTunca

Bir yanıt yazın