Abdurrahman b. Avf (r.a.) Varlık İmtihanında Faziletli Bir Yiğit

Varlık İmtihanında
Faziletli Bir Yiğit:
Abdurrahman b. Avf (r.a.)


Medine’ye geldiğinde ne malı mülkü vardı ne de çoluk çocuğu. Tarih boyu insanların uğruna savaş çıkaracak kadar düşkün oldukları bütün dünya nimetlerinden yoksundu ama cahiliye karanlığından sıyrılıp imanın tadına varmış bu gencin yaşamında bunların pek de önemi yoktu. Rahat bir hayatı terkedeli yıllar olmuştu. Hz. Ebû Bekir aracılığıyla İslam’a açılan yüreği Resûlullah’ın getirdiği ilahi mesajlarla can bulmuştu. Müslüman adıyla anılan ilk sekiz kişinin arasına dahil olduğu o günden beri hayatın zorluklarıyla karşılaşmıştı hep. Müşriklerin eziyetleri ve tahammül sınırlarını zorlayan binbir türlü sıkıntıyla geçen senelerin ardından öz vatanı dahil sahip olduğu her şeyi geride bırakıp hicret etmek… Çöl ikliminden çıkıp deniz aşırı bilinmedik bir coğrafyada, yabancı bir kültürde yetişmiş tanımadık yüzlerle bir arada yaşamak zorunda kalmak… Habeşistan denilen bu ülkede görünür sıkıntılardan azade fakat Allah Resûlü’nden çok uzaklarda olmanın verdiği ıstırapla belirsizlik içerisinde bekleyedurmak… Bütün bu yaşananlardan sonra Rahmet Elçisi’yle Medine’de yepyeni bir hayata başlamaktan daha büyük bir nimet olabilir miydi onun için? Medine’de Resûlullah’ın kendisine kardeş eylediği Sa’d b. Rebî, akılları baştan alan bir teklifle karşısına geldiğinde hiç düşünmeden reddetmesi bu yüzdendi. Şehrin en varlıklı şahsiyetlerinden biriydi Sa’d. Bu muhacir kardeşine evinin kapılarını ardına kadar açmış, bütün varlığını yarı yarıya kendisiyle bölüşmek istediğini bildirmişti. O ise Ensar kardeşine bu güzel tekliften dolayı teşekkür edip hayır duada bulunmakla yetinmiş, “Siz bana çarşının yolunu gösterin.” (Buhârî, Büyû’, 1) deyivermişti. O gün bir miktar yağ ve keş kazanarak çarşıdan dönen Abdurrahman b. Avf, bugün hatrı sayılır zengin bir tüccar olarak çarşıdan dönüyordu. Yanında samimi dostu Nevfel b. İyâs el-Huzelî vardı. Birlikte eve gelip bir müddet dinlendikten sonra kendilerine getirilen sofraya kuruldular. Yemekte et ve ekmeği görünce dayanamadı birden, ağlamaya başladı. Onun bu halini şaşkınlıkla izleyen Nevfel’in “Nedir seni böyle ağlatan?” sorusu üzerine Abdurrahman’ın dilinden şu cümleler dökülüverdi: “Allah Resûlü bu dünyadan gelip geçti de, ne kendisi ne de ailesi efradı doyuncaya kadar arpa ekmeği yemedi.” (Tirmizî, Şemâil, 174)
“Resûlullah (s.a.v.) ile beraber zorluklarla imtihan edildik ve sabrettik. Hz. Peygamber zamanından sonra ise bollukla imtihan edildik, fakat sabredemedik.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 30) diyor Abdurrahman b. Avf. Medine’ye geldikten sonra kısa sürede ticaretini geliştirmiş, büyük bir servetin sahibi olmuştu. Kendisine bahşedilen nimetlerin hesabını verememekten endişe ediyor, kendisinin ve mümin kardeşlerinin sıkıntı dolu günlerini hiç unutamıyordu. Oruçlu olduğu bir günün nihayetinde iftar edeceği zaman aklına Uhud’da yaşananlar gelmişti: “Benden daha hayırlı olan Mus’ab b. Umeyr öldürüldü, bir parça kıyafetiyle kefenlendi. Başı örtülse ayakları açıkta kalıyor, ayakları örtülse başı görünüyordu. Hamza da şehit edildi ki o da benden hayırlıydı. Sonra bize dünya nimetleri verildikçe verildi. İyiliklerimizin karşılığını bu dünyada almaktan ve ahirete bir şey kalmamasından korkuyorum!” (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, IV, 375, no: 940) Bu sözlerle gözyaşlarına boğulan Abdurrahman yemeğini bırakmak zorunda kaldı. Halbuki dünya malına tamah etmemişti hiçbir zaman, Rahman’ın bahşettiği nimetleri yine O’nun yolunda seferber eylemiş, hayır hasenat işlerinde her zaman öncülüğü üstlenmişti. Bir günde otuz köleyi azat edip beş yüz deve yükü tutan kervanını bir defada bağışlayacak kadar cömertti. Orduların teçhizinden Hz. Peygamber’in hanımlarına yardıma kadar her sahada servetini infaktan çekinmemişti. Vefat etmeden önce ise malının önemli bir bölümünün Bedir gazilerine verilmesini vasiyet etti.
“Amr’ın kulu (Abdü Amr)” manasındaki ismini değiştirip “Abdurrahman” ismini verdiğinde ömrü boyunca unutamayacağı bir öğüt vermişti sanki ona Allah’ın Resûlü: Hiçbir şeyin değil yalnızca Rahman’ın kulu olmak. İşte bu öğütle zorlukları göğüslemiş refaha erdiğinde, hatta ileriki dönemlerde önemli vazifeler üstlendiğinde dahi bu öğüdü tutma gayretini devam ettirmişti. Ne malın mülkün, ne de şöhretin kölesi oldu. Rahman’ın kuluydu Abdurrahman. Sadece malını değil canını da ortaya koymuştu O’nun için. Uhud’da peygamberine siper ettiği vücudu yirmiden fazla yara almış, hatta bu yaralardan dolayı ayağında aksaklık oluşmuştu. Buna rağmen Resûlullah ile birlikte tüm savaşlara katıldı. Ona imamlık yapma şerefine erişmiş bu faziletli sahabi, cennetle müjdelenen sahabiler arasında yer alsa da ömür boyu rehavete kapılmadan ahiret kaygısıyla yaşadı.

Kaynak :

Sahabe Hatıraları (Diyanet Yayinlari)
Elif ERDEM

Author: RasitTunca

Bir yanıt yazın