Ebû Hüreyre (r.a.) Mücevherlere Sahip Bir Fakir

Mücevherlere Sahip Bir Fakir:
Ebû Hüreyre (r.a.)


Medine’de, Peygamber Mescidi’nin hemen bitişiğinde, üzeri hurma dalları ile örtülü bir gölgelik… Ve bu gölgeliği yuva bellemiş bir garip yürek… Ne ailesi ne malı vardı onun, tek sermayesi Allah ve Resûlü’ne duyduğu derin muhabbetti. Bu muhabbet onun için dünya ve içindeki her şeyden daha değerliydi. Bu yüzden günlerini çok sevdiği Peygamberinin yanında geçirirdi hep, onun her bir meclisine katılır, her bir sözüne dikkat kesilir ve ilgiyle onu dinlerdi. Dinlemek onun için asla pasif bir eylem değildi. Dinlemek, onun için kulaktan gönle giden esaslı bir işti. Kulağından giren ve Nebî’ye (s.a.v.) ait olan her bir söz, bir anda adeta bir mücevher olur ve mahfazasında korunurdu. İşte bu mücevherleri korumaktı onun yegâne meşgalesi. Böylelikle o, aslında mücevherlere sahip bir fakir idi.
İsmi mi?
İslam’la tanışmadan evvel “güneşin kulu” derlerdi ona, İslam’dan sonra “Rahman’ın kulu” oldu. “Abdüşems” olan ismi “Abdurrahman” olarak değişmedi sadece, değişen dünyasıydı. Bir de kedicikleri vardı çok sevip de kucağından indirmediği. O yüzden isminden çok künyesiyle bilindi, “kedicik babası” yani “Ebû Hüreyre” dendi ona kedilerine izafetle.
Ebû Hüreyre, Yemen’den gelip de Peygamberine iman ettiğinden beridir onsuz geçen yıllarına hayıflanarak, onsuz geçen zamanların adeta acısını çıkararak hiç yanından ayrılmadı çok sevdiği Resûlü’nün. İslam’dan uzak kaldığı yıllarını telafi etmek için gecesini de gündüzünü de bu yola adadı. Medineli arkadaşlarının malı mülkü, ilgilenmek zorunda oldukları hurma bahçeleri vardı, muhacirler ise vakitlerinin çoğunu çarşı pazarda ticaretle geçirirlerdi. Allah Resûlü’nün en yakınlarından olan Hz. Ebû Bekir’in evi Mescid-i Nebevî’ye uzak olduğu için, Hz. Ömer’i de işleri meşgul ettiği için Peygamberle birlikte olma konusunda Ebû Hüreyre kadar şanslı değillerdi. O, Nebî’nin hemen yanında, suffede yaşar, onun hizmetinde bulunur, karın tokluğuna onun yanından ayrılmazdı. Çoğu zaman Peygamberin ikramlarıyla karnını doyurur, onun sofrasından nasiplenirdi. Bununla birlikte, çoğu zaman aç gezerdi, Allah Resûlü’nün ikramları veya Müslümanların yardımları bulunmadığı vakit karnını doyurmaktan aciz kalır, açlıktan karnına taş dahi bağlardı. Hatta bir defasında açlıktan bayılmıştı da onu deli sanmışlardı. Deli değildi ancak divaneydi belki. Kendini, dünyayı ve dünyalığı unutacak kadar çok severdi Peygamberini. Hayatını ona ve onun mübarek sözlerine adayacak kadar onun divanesiydi. Kendisini unutup da günlerce aç gezdiği vakitlerde Allah Resûlü onun halinden anlar ve onu hâne-i saâdete götürerek yemeğini onunla paylaşırdı.
Yine böyle, açlığın dayanılmaz bir hal aldığı bir zamanda Medine sokaklarına çıktı Ebû Hüreyre. Amacı bir Müslüman kardeşinin derdini anlayıp da açlığını gidermesiydi. İşlek yollardan birinde durup, oradan geçenlere bir ayet hakkında bir soru sormaya karar verdi. Soracağı ayeti herkesten çok bilmesine rağmen bu bahaneyle karnının doyurulmasını sağlayabilirdi belki. Arkadaşlarından biri evine çağırıp da ikramda bulunsa şu halde ona ne iyi gelecekti. Kafası bu düşüncelerle meşgulken birden Ebû Bekir’in (r.a.) geldiğini fark etti. Ona bir ayet hakkında soru sordu ancak Ebû Bekir (r.a.) biraz konuşup gitti, kendisini anlamamıştı. Çaresiz boynunu büktü. Derken Ömer’in (r.a.) yaklaştığını gördü. Ona da aynı şekilde bir ayet sordu. Amacı belliydi ancak Ömer (r.a.) de onun halinden anlamamış, bir şeyler anlatıp gitmişti. Sonra Allah Resûlü (s.a.v.) göründü. Ebû Hüreyre’nin mahzun halinden hemen derdini anladı ve ona tatlı tatlı gülümseyerek, “Haydi benimle gel!” dedi. Birlikte Allah Resûlü’nün evine gittiler, Ebû Hüreyre mahcup bir edayla eve girmek için izin istedi. Girmesini söyledi Nebî. Evde ise sadece bir tas süt bulunmaktaydı. Resûl-i Ekrem, süte baktıktan sonra, Ebû Hüreyre’ye suffeye gidip orada kim varsa çağırmasını istedi. Allah Resûlü, evinde bulunan yiyecekleri her zaman İslam’ın misafirleri dediği suffe talebeleriyle paylaşırdı. Anlaşılan bugün de onlara bu sütten verecekti. Ancak açlıktan kıvranan Ebû Hüreyre, bu durumdan hiç hoşlanmamıştı. “Bir tas süt onca kişiye nasıl yetecek, hele ki ben bu kadar açken” diye içinden geçirdi. Birazcık güç toplayabilmek için o süte en çok kendisinin ihtiyacı olduğu düşüncesiyle, istemeyerek de olsa arkadaşlarını çağırmaya gitti. Biraz sonra herkes hâne-i saâdetteki yerini aldı, Allah Resûlü Ebû Hüreyre’ye sırayla arkadaşlarına kaptaki sütü ikram etmesini söyledi. Ebû Hüreyre arkadaşlarına sütü uzattığında her biri kana kana ondan içiyor, bir diğerine veriyordu. O da aynı şekilde doyuncaya kadar sütten içiyor, yanındakine uzatıyordu. Bu şekilde sonuncu arkadaşı da sütten içmiş ve Ebû Hüreyre kabı içindeki sütle birlikte Allah Resûlü’ne iade etmişti. Resûl-i Ekrem ise kabı aldıktan sonra gülümseyerek ona, “Senle ben kaldık, otur sen de iç” demişti. Ebû Hüreyre sütü almış, doyuncaya kadar içmişti. Resûlullah (s.a.v.), biraz daha içmesini söylemiş, o da devam etmişti. Ta ki artık içecek hali kalmamış ve Allah Resûlü’ne dönerek “Seni hak din ile gönderen Allah’a yemin olsun ki içecek yerim kalmadı.” demişti. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), Allah’a hamdedip besmele çekerek kalan sütü içmişti. (Buhârî, Rikâk, 17)
Peygamberin sofrasında sadece mide değil kalp de doyardı. Ve Ebû Hüreyre’nin kalbi onun muhabbetinden en çok nasiplenenler arasındaydı. Her şeyden geçip, dünyadan yüz çevirip de her anını ona, onun mübarek sözlerine ayırmak ona nasip olmuştu. Öyle ki gündüzleri Peygamberinin yanından ayrılmayan Ebû Hüreyre gecesini de üçe ayırır, bir kısmında namaz kılar, bir kısmında uyur, kalanında da Allah Resûlü’nün sözlerini müzakere ederdi. (Dârimî, Mukaddime, 27) Onun en büyük varlığı, hafızasına işlediği, her biri birbirinden değerli olan, Allah Resûlü’nün mübarek sözleriydi. Onun vefatından sonra da Ebû Hüreyre Peygamber mescidinde hadisleri nakletmeye devam etti. Çok sevdiği peygamberi ile hangi güzel anısı gözünde canlanırdı bilinmez, Mescid-i Nebevî’de hadis naklederken Ebû Hüreyre gözyaşlarına hakim olamazdı. (Hâkim, I, 418)

Kaynak :

Sahabe Hatiralari (Diyanet Yayinlari)
Rukiye AYDOĞDU DEMİR

Author: RasitTunca

Bir yanıt yazın