TEVHÎD VE TEVEKKÜL
Vahiy geldi ki: «Ey zâhid, zâhidliğinle benim kanunumu bozmak mı istiyorsun? Benim, kulumun rızkını diğer kullarımın eliyle vermeyi doğrudan doğruya vejrmekten daha çok sevdiğimi bilmiyor musun?»
Gene bunun gibi bir kimsenin şehirde bir eve gjrip kapıyı kilitlyerek gizlenmesi ve bu şekilde tevekkül etmesi haramdır. Zira insanın kati sebeblerin yolundan uzaklaşması caiz değildir. Ama kapıyı kilitlemeden tevekkül etmesi, kimse bir şeyi getirir mi diye gözü kapıda olmamak ve kalbi insanlara değil, Allah’a bağlı olup ibâdet ve taatle meşgul olmak şartiyle caizdir. Kul sebebler yolundan tamamiyle sapma-dıkça rızktan yoksun kalmayacağına inanmalıdır.
Bu makamda, «İnsan rızkından kaçsa da, rızkı onu bulur,» sözü doğrudur. Kul, «Ya Rabbi rızkımı ver,» diye dua ettiği zaman, Allah Teâlâ buyurur ki: «Ey cahil, seni yaratırken rızkım beraber yarattım. Onu sana vermemek olur mu?»
O halde tevekkül, sebeblerden uzak olmamak ve rızkını sebebler-derv. değil, sebebleri yaratandan bilmektir. Zira bütün insanlar, Allah’ın verdiği rızkı yerler. Fakat bazıları dilenmek aşağılığı ile, bazıları beklemek sıkıntısı ile, —mesele: Esnaflar— gibi bazıları çalışmak yorgunluğu ile, —mesela: San’at sahipleri gibi— ve bazıları da hürmet ve izzetle yiyorlar.
Meselâ: «Sofiler gibi. Çünkü sofiler sadece Allah Teâlâ’yı görüyorlar ve kendilerine ulaşan şeyleri yalnız ondan biliyorlar, aradaki insanları görmüyorlar.»
Üçüncü derece: Kat’î olmadığı gibi, çoğu zamanlarda ihtiyaç duyulmayan, belki hile ve araştırmakla ele geçebilen sebeblerdir. Bunun çalışmaya etkisi; fal, efsun, ve dağlamanın hastalığa etkisi gibidir. Resûlüllah: «Tevekkül sahihleri, efsun ve dağlama yaptırmaz,» buyurdu: Çalışmaz ve şehirden çıkıp çöllerde oturur, buyurmadı. Demek ki bu makamda tevekkülün üç mertebesi vardır:
Birinci mertebe: Yalnız bir kimsenin azıksız çöle çıkmasıdır. Bu tevekkülün en yüksek derecesidir. Bu mertebe, uzun bir zaman aç yürüyebilen, yahut otlarla geçinebilen, bir şey bulamayınca açlıktan ölmekten korkmayan ve bu şekilde ölmek hayrına olduğuna inanan kimseler için caizdir. Zira ızık götürenlerin de azıksız kalıp ölmeleri mümkündür. Daima bu ihtimaller eksik olmaz. Bu ihtimalleri düşünmekten sakınmak lâzım değildir.
tkinci mertebe: Çalışmamak ve şehirden dışarı da çıkmamak, belki bir mescidde, yahut şehrin bir köşesinde oturup ve insanlardan da bir şeyi beklememek, belki Allah’ın lûtfunu, fazlını ve keremini beklemektir. •
Üçüncü mertebe: Çalışır, fakat her işinde sünnet ve şeriatin edeb-lerini gözetir. Nitekim çalışma (kesb) bahsinde anlatıldı. Ve hileden, ince tedbirlerden ve ticarette maharet kazanmaktan sakınır. Bunun gibi sebeblere sanlırsa, efsun ve dağlama yaptıranlar gibi olup tevekkül sahibi olmaz.
Çalışmaktan el çekmenin, tevekkülün şartlarından olmamasının delili şudur ki, Ebû Bekiri’s-Sıddîk tevekkül şahinlerinden idi ve tevekkülün hiçbir mertebesinden mahrum değil idi. Halifeliği kabul ettikten sonra ticaret yapmak için bir kumaş parçası alıp pazar yerine gitti. Ona, «Halifelik görevini yaparken ticaret yapmak nasıl mümkün olur?» dediler. Ebû Bekir: «Kendi çoluk çocuğumu perişan eder-sera, başkalarını daha önce perişan ederim,» dedi.
Bunun üzerine ona Beytülmâlden gündelik tâyin ettiler. Ve o da kendini tamamiyle halifelik görevine verdi. Demek ki çalışanların tevekkülü mala haris olmamak ve elde edilen faydayı sermayeden değil, Allah Teâlâ’dan bilmek ve kendi malını diğer müslümanların malından daha çok sevmemekle olur. Velhasıl tevekkül zühdsüz mümkün olmaz.
Demek ki tevekkül zülıdün şartı değildir, fakat zühd tevekkülün şartıdır.
Cüneyd-i Bağdadî’nin hocası olan Ebû Haddâd tevekkül sahihlerinden idi. Der ki: «Yirmi yıl tevekkülümü gizledim. Hergün pazarda bir dinar kazanırdım ve onun bir kıratıyla hamama girmezdim. Belki hepsini sadaka verirdim.» Cüneyd onun huzurunda tevekkül ile ilgili şeyler konuşmazdı ve derdi ki: «Onun huzurunda kendi makamı ve hâli olan tevekkülden bahsetmeye utanırım.» Ama kendileri hanı-gâhta oturup da hizmetçileri dışarda dilenen sofilerin tevekkülü, çalışanın tevekkülü gibi zayıftır.
O hâlde tekkede oturmakla tevekkülün doğru olması için çok şartlar vardır. Ama hizmetçileri dışarda gezmeyip oturup rızk beklemeleri tevekküle yakın olur. Eğer hanıgâh belli bir yer olursa, pazar ehli gibi olurlar ve kalblerindeki sükûnet orada oturmalarından hasıl olduğundan korkulur. Eğer kalbleri o belli, yere iltifat etmezse, onların tevekkülü, çalışanların tevekkülü gibi olur.
Tevekkülde esas şudur ki, tevekkül sahibi insanlara bakmamak ve Allah’tan başka hiçbir sebebe güvenmemelidir.
Havas der ki: «Hızır’ı (a.s.) gördüm. Benimle arkadaşlık yapmaya razı oldu. Fakat ben onunla arkadaşlık yapmaktan çekindim. Çünkü kalbimin onunla rahatlık bulup ona güvenmekle tevekkülümün azalmasından korktum.»
Ahmet bin Hanbeİ’in ücretle tutulmuş bir hizmetçisi vardı. Talebelerine, ücretini fazla verin dedi. Hizmetçi fazlasını almadı. Hizmetçi dışarı çıkınca, Ahmed talebelerine bu fazlalığı arkasından yetiştirin, alır, dedi. Talebeleri sebebini sordular. Dedi ki: «İçeride iken kalbinde fazla vereceğimizi umduğu için almadı. Dışarı çıkınca, bu ümit kalbinden çıktı. Şimdi alır.»
Velhasıl çalışanın tevekkülü, sermayeye değil, Allah’a güvenmekle olur. Bunun da işareti, sermayesi çalınınca, kalbi değişmeyip rızkından ümitsizlik hâli meydana gelmemektir. Zira Allah’ın fazlına ve keremine güvenirse, sanmadığı yerden kendisine nzıklar geleceğini bilir. Gelmediği takdirde, kendi fayda ve menfaatinin bunda olduğu* na inanır.
BU HALİ ELDE ETMENİN ÇARESİ
Bil ki, bu hâl çok kıymetlidir. Zira eşyası çalındığı, yahut bir zarara uğradığı zaman kalbi değişmeyip olduğu gibi kalan kimseler nâdirdir. Fakat bu hâl imkânsız şeylerden de değildir.
O hâlde bu hâl, Allah Teâlâ’nın kemâl-i kudretine inanıp sermayesiz çok kimselerin rızkını verdiğini ve çok kimselerin sermayesi de helakine sebeb olduğunu bilmek ile hasıl olur. O hâlde onun sermayesinin kendisinin helakine sebeb olabileceğini düşünmelidir.
Resûlüllah buyurur ki: «Kul bazen helakine sebeb olan şeyleri arzu eder. Allah Teâlâ Arş-ı Âlâ’dan ona inayetle nazar buyurup arzu ettiği şeyi ondan uzaklaştırır. Sabahleyin kalkınca arzu ettiği şeyin zail olduğunu görünce üzülür ve kim bunu yaptı, acaba komşular mı, yahut filân, yahut falan mı yaptı? demeye başlar. Bunun, Allah Teâlâ’nın kendisine merhameti olduğunu bilmiyor.»
Bunun için Ömer (r.a.) derki: «Sabahleyin zengin veya fakir kalkacağımı umursamam. Çünkü hangisinin hayırlı olduğunu bilmem.»
İkinci bir çâre de, fakirlik korkusunun ve kötü tahminlerin şeytanın vesvese ve iğvasından ileri geldiğini bilmektir.
Nitekim, âyet-i kerîmede: «Şeytan, sizi fakirlik ihtimâli ile korkutuyor,» (Bakara sûresi, âyet: 268) buyurulmaktadır. Hak Teâlâ’-nın kemâl ve keremine bu şekilde güvenmek marifetin kemâlindendir. Bilhassa kimsenin bilmediği gizli’sebeblerin varlığını da bilmelidir. Gizli sebeblerin tümüne de güvenmemen, belki sebebleri yaratanın rızkı tekeffül ettiğine itimat etmelidir.
Bir tevekkül sahibi bir mescidde kalırdı. O mescidin imamı ona defalarca dedi ki, senin bir şeyin yok, çalışsan iyi olur. O kimse dedi ki: «Bir yahudi komşum vardır, her gün bana iki ekmek vermeyi tekeffül etmiştir.» İmam: «Öyleyse senin işin sağlamdır. Çalışmasan da olur.» dedi. O kimse de: «Sen de imamlığı bırak. Zira senin yanında bir yahudinin tekeffülü, Allah’ın tekeffülünden daha sağlammış,» dedi. Bir mescidin imamı da bir kimseye: «Nereden ekmek yiyorsun?» dedi. O kimse: «Dur! Önce senin arkanda kıldığım namazı kaza edeyim, Ondan sonra cevap vereyim,» dedi. Yâni sen Allah Teâlâ’mn rızkların kefil olduğuna inanmıyorsun; o hâlde imamlığın caiz değildir, demek istedi. Bunu deneyenler ummadıkları yerden rızıklan-mışlardır. Onların, «Yeryüzünde, Allah Teâlâ’nın rızkını vermediği bir canlı yoktur,» (Hûd sûresi, âyet: 6) âyet-i kerîmesinin ifade ettiği gerçeğe imardan elbette kuvvetli idi.
Huzeyfe-i Mer’aşîye (Maraşlı) İbrahim-i Edhem’den ne gibi ga-rib hâller gördün? diye sordular. Huzeyfe dedi ki: «Kabe (hac) yolunda çetin açlıklar çektik. Küfe şehrine gelince, açlıktan takatsiz kaldığımı görünce, “Ey Huzeyfe, açlıktan takatsiz kalmışa benziyorsun” dedi. Ben de evet dedim. Kalem, kâğıt ve mürekkep getir, dedi. Bunları getirdim. Şunu yazdı: “Bismillâhirrahmanirrahim. Bütün hallerde maksut sensin. Herkesin işareti sanadır. Ben sana hamd ve şükrederim. Ben aç, susuz çıplak kaldım. Bu üç şey benim nâsibimdir. Ben onları tekeffül etmişim. Kulun rızkını vermek ise senin nasibindir. Sen de onu tekeffül etmişsin.” Bunu yazıp elime verdi ve: “Dışan çık. Kalbin Allah’tan başka bir şeyi görmesin ve bu kâğıdı ilk raslaya-cağın kimseye ver” dedi.»
Huzeyfe der ki: «Dışan çıktım ve ilk olarak deveye binmiş birisini gördüm. O kâğıdı ona verdim. Onu alıp okuyunca, elinde olmadan ağlamaya başladı ve bu kâğıdı yazan nerdedir?» dedi. Mesciddedir, dedim. Bana içinde yüz altın oulunan bir kese altın verdi. Bu sırada oraya gelenlere bunun kim olduğunu sordum. Bir hıristiyandır, dediler, tbrahim-i Edhem’in huzuruna gelince, o kese altını önüne koyup olanları anlattım, ibrahim, keseye elini sürme. Sahibi şimdi buraya gelir, dedi. O anda hıristiyan içeri girdi ve ibrahim’in ayağına kapanıp iman getirdi.
Ebû Yakûb-i Basrî der ki, Mekke’de on gün aç kaldım. Açlıktan takatim kalmadı. Dışan çıktım, yolda bir şalgam buldum; almak istedim, kalbimde: «On gündür, oruçlu ve açsın. Nasibin bir şalgam mı?» dedim. Almadım ve geri mescide geldim. Baktım, birisi kek, şeker ve badem getirip önüme koydu ve: «Denizdeydim. Bir fırtına çıktı. Adadım ki, eğer selâmetle kurtulursam, bunu ilk göreceğim fakire vereceğim,» dedi. Her birinden bir avuç aldım ve gerisini sana bağışladım dedim ve kendi kendime, «Senin nasibini tahsil etmek için denizlerdeki rüzgâra emredilmiştir; sen’ başka yerden arıyorsun,» dedim, imanı kuvvetlendirmek için böyle nâdir olaylan okuyup inanmalıdır.
ÇOLUK ÇOCUĞU OLANIN TEVEKKÜLÜ
Bil ki, çoluk çocuğu olan kimsenin çöle çıkıp geçim sebeblerini bırakması caiz değildir. Belki çoluk çocuğu olanın tevekkülü üçüncü dereceden başka değildir ki, çalışanların derecesidir. Nitekim Ebû Be-kiri’s-Sıddîk böyle yapmıştır. Zira tevekkül iki hususla yapılabilir. Birincisi, açlığa sabredip ot bile olsa eline geçen şeyle kanaat edebilmek; ikincisi, açlıktan ölürse, kendisi için bunun hayırlı olduğuna inanmak. Çoluk çocuk buna dayanamaz. Hattâ hakikatte nefsi de çoluk çocuğu gibidir. Eğer nefsi de açlığa dayanamayıp ızdırap çekerse, çalışmayı bırakması caiz olmaz.
Eğer çoluk çocuğu da dayanıp tevekküle razı olursa, çahşmayı bırakması caiz olur. Burada fark şudur ki, kendini aç kalmaya .zorlaması caiz, fakat çoluk çocuğu aç kalmaya zorlaması caiz değildir. Ama imanı kâmil olup zühd ve takva ile meşgul olan*kimse, çalışmasa da, rızkı ona ulaşır. O, rahimde olan çocuk gibidir ki, çalışmaktan âciz iken göbeğinden ona rızkı ulaşır. Başka yemekleri yiyebilecek duruma gelince, ona diş yaratılır. Anası, babası ölüp yetim kalırsa, anasına şefkat verip güzel baktırdığı gibi* başkalarına da şefkat verip güzel baktırır. Daha önce çocuk iken ona şefkatle bakan bir annesi vardı. Herkese onun işini ona havale etmişdi. Şimdi bunu yapan bin kişi vardır. Çocuk büyüyüp kemâle erişince, ona çalışma gücünü verir ve ona levazım ve ihtiyaçları musallat eder. Böylece çocuk iken, bakım ve terbiyesi için annesine verilen şefkat gibi, kendisine verilen şefkatle kendine bakar.
Zâhid kendi ihtiyaçlarından el çekip, çalışmayı bırakıp, takvaya yönelince, onun şefkati bütün kalblere dolar. Böylece bütün insanlar ona şefkat edip bu kimse Allah Teâlâ ile meşgul olur. Herşeyin iyisini ve kıymetlisini buna vermek gerekir derler. Daha önce yalnız kendisi kendine acırken, şimdi herkes yetime acıdıkları gibi ona acımaya başlar. Ama takva ile meşgul olmayıp ve çalışabildiği hâlde çalışmaz-sa, insanların kalbinde bu şefkat meydana gelmez.
O hâlde, bu kimseye çalışmayıp tevekkül etmek caiz değildir. Zira kendi nefsi havasına uyunca onun ihtiyaçlarını kendisi karşılamalı-dır. Ama Allah’a yöneldiği zaman, yetim gibi olur.
O zaman, Allah Teâlâ insanların kalbini ona müşfik ve merhametli yapar. Bunun için hiçbir canlının açlıktan öldüğünü göremezsin. Buna dikkat edip mülk sahibinin, memleketini nasıl düzenli ve mükemmel yarattığını gören kimse, «Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, Allah Teâlâ onun rızkını vermesin.» (Hûd sûresi, âyet: 6) âyetinin anlamını müşahade etmiş olur. Bil ki, mülk sahibi, memleketini öyle düzenlemiştir ki, pek azları hariç hiç kimse açlıktan ölmez, ölenlerin de ölmesi hayrına olduğu içindir. Yoksa çalışıp kazanmadığından dolayı değildir. Zira nice çalışıp kazananların da malını Allah alıp onları açlıktan öldürür.
Hasan-ı Basrî, bu hâli müşahade ettiği için dedi ki, bir buğday tanesi, bir altına olsa da, bütün Basralıların benim ev efradım olmalarını isterim.
Veheb bin Verd der ki: «Eğer gök demirden, yer tunçtan olsa ve ben kendimde nzk kaygısını görsem, müşrik olmaktan korkanın. Zira Allah Teâlâ rızkı gökten gönderir ki, hiç kimse buna ulaşamayacağını bilsin.»
Bir grup Cüneyd-i Bağdadî’nin yanma varıp dediler ki, rızkımızı arıyoruz. Cüneyd: «Nerden aradığınızı biliyor musunuz?» dedi. Allah-tan arıyoruz, dediler. Cüneyd: «Eğer siz Allah Teâlâ’nm unuttuğunu biliyorsanız, ona hatırlatınız,» dedi. öyleyse, tevekkül edelim, bakalım nasıl olur? dediler: Cüneyd: «Denemekle tevekkül olmaz,» dedi. Peki ne yapalım? dediler. Cüneyd: «Hiç bir şey yapmayın. Hakikatte Allah’ın rızka kefil olması kâfidir.» Kefile yönelen kimse, mutlaka rızkı kendisine yönelir.
îkinci makam yiyecek saklamak yoluyla olan tevekküldür:
Bil ki, yalnız bir kimse bir yıllık yiyecek toplayıp saklarsa, tevekkül mertebesinden düşer. Zira gizli sebebleri bırakıp zahirî sebeblere güvenmiş olur ki, zahir’ sebebler yılda bir yenilenir. Ama zarurî şeylerle kanaat eden yâni doyacak kadar yiyen ve örtünecek kadar elbise giyen tevekkülüne sadık kalmış olur. Fakat havas (büyükler) der ki, kırk günlük yiyecek saklamakla tevekkül bozulmaz. Daha fazla olursa bozulur.
Sehl-i Tûsterî der ki, yiyecek saklamakla tevekkül bozulur. Bu süre ister az, ister çok olsun.
Ebû Talib-i Mekkî der ki, yiyeceğe güvenmezse, kırk günden fazla da saklarsa tevekkül bozulmaz.
Bişr-i Hafi’nin müridlerinden olan Hüseyin-i Muğarenî der ki, bugün bir fakir Bişr’in yanına geldi. Bişr hana bir avuç akçe verip bununla güzel ve nefis yemekler al, getir, dedi. Bişr’den hiç böyle şey duyulmamıştı. Yemeği getirince, Bişr onunla beraber yemek yedi. Oysa Bişr’in hiçbir kimse ile yemek yediği görülmemişti. Önlerinden çok yemek arttı. O kimse artan yemekleri de toplayıp aldı, götürdü. Bu kimse bu kadar yemeği nasıl götürdü diye tuhafıma gitti. Bişr: «Ey Hüseyin, bu iş senin tuhafına mı gitti?» dedi. Ben de evet dedim. Dedi ki: «Bu gelen kimse Feth-i Musıli idi. Yemeği götürmekle bize, tevekkül sağlam olursa yiyecek saklamak zarar vermez demek istedi.» Demek ki, tevekkülün aslı, emelin (yaşam özleminin) uzun değil, kısa olmasıdır. Bunun da delili, kendisi için yiyecek saklamamaktır. Eğer saklayıp da elindeki malı, Allah Teâlâ’nın elindeymiş gibi düşünüp ona güvenmezse, tevekkül bozulmaz. Bu anlattığımız yalnız olan kimsenin hükmüdür.
Çoluk çocuğu olan kimse, bir yıllık yiyecek saklarsa, tevekkülü bozulmaz. Daha fazla olursa bozulur. Resûlüllah çoluk çocuğu için bir yıllık yiyecek saklardı. Çünkü onların kalbi zayıftı. Ama kendisi için sabahtan akşama bir şey koymazdı. Alıkoysa da tevekkülüne zarar gelmezdi. Çünkü yiyeceğin kendi elinde olmasıyla başkasının elinde olması arasında fark olmazdı. Fakat insanlara yol göstermek için ve çoluk çocuğunun kalbi zayıf olduğu için, bir yıllık yiyecek saklardı. Haberde gelmiştir ki, ashab-ı soffa’mn biri öldü; hırkasında iki altın buldular. Resûlüllah buyurdu ki: «Kıyamet gününde bu altın o kimse için iki dağlama olacaktır.» Bu hadîs-i şerifin iki mânaya ihtimâli vardır: Biri, kendini tevekkül sahibi gösterip hile yaptığı için azâb yolu ile dağlama olacak. Diğeri, hile yapmamış olur; fakat yiyecek saklamak, dağlama, yüzün güzelliğine noksanlık getirdiği için onun derecesinde noksanlık olacak.
Nitekim başka bir fakir ölünce, Resûlüllah onun hakkında: «Kıyamet gününde onun yüzü, ayın ondördü gibi olacak. Eğer bir hasleti olmasaydı, onun yüzü güneş gibi olurdu,» buyurdu. O haslet nedir? dediler? Resûlüllah: «Kışlık elbisesini kışa ve yazlık elbisesini de yaza saklardı. Size en az verilen şey yakîn ile sabırdır,» buyurdu. Fakat su bardağı, ibrik ,sofra gibi her zaman lâzım olan şeyleri saklamanın caiz olduğunda ihtilâf yoktur: Çünkü Allah’ın âdeti şudur ki, her yıl yiyecek ve elbise yenilenir, fakat bu malzemeler her zaman gereklidir ve yenilenmez.
O hâlde, Allah’ın âdetine muhalefet etmek caiz değildir. Fakat kış günü yazlık elbise işe yaramaz. O hâlde yazlık elbiseyi kıştan saklamak, yakînin zayıf olmasından ileri gelir.
TEVEKKÜL NASIL OLUR
Bil ki, bir kimse yiyecek saklamadığı takdirde kalbi rahatsız olup başkasından .belkiyorsa, yiyecek saklaması daha iyidir. Çünkü yiye-ceksiz kalbi rahat etmez ve zikir ve fikirle meşgul olmaz. Eğer bir kimse de malı – ve arazisi olmakla kalbi sükûnet buluyorsa, bunların kifayet miktarı olması daha. iyidir. Zira bedenden maksat, Aiiah îeâiâ-nın zikir ve fikrine dalacak bir kalbtir. Demek ki, kalblerin bazısını dünya malı zikir ve fikirden alıkoyar ve malının hesabından huzurlu ibâdet edemez. Halbuki malı olmayınca düşünce ve sıkıntısı kalmaz. Bu gibilerin malı olmaması hayırlıdır. Bazı kalbler de ancak kifayet miktarı mal ile sakin olur. Bu kimse için mal edinmek daha iyidir. Eğer fazla ziynet olmayınca kalb sükûnet bulmuyorsa, bu kalb müminlerin kalbi değildir. Bu itibarla bu kabil kalbleri hesaba katmıyoruz.
Üçüncü makam, zararların defi için olan sebeblerde tevekkül:
Bil ki, te’siri kati olan, yahut ekseri hâllerde te’siri görülen se-bebleri bırakmak, tevekkülün şartı değildir. Meselâ: Tevekkül sahibinin, hırsız girmesin diye evinin kapısını kapayıp kilitlemesi, tevekkülü bozmaz. Gene hasmından sakınmak için yanında silâh, binek hayvanı ve azık bulundurmak; yahut soğuktan korunmak için palto giymek, başına bir şey sarmak tevekkülü bozmaz. Ama üşümemek gayesiyle vücudunun hararetli bulunması için sarmısak yemesi, dağlama ve efsun gibi şeyler tevekkül ile çelişir. Fakat zahirî sebeblerden olan bir şeyi bırakmak tevekkülün şartlarından değildir.
Bir bedevi arap Resûlüllah’ın huzuruna geldi. Resûlüllah ona: «Deveyi ne yaptın?» buyurdu. Bedevi arap: «Serbest bırakıp tevekkül ettim.» dedi. Resûlüllah: «Onu bağla, ondan sonra tevekkül et!»
buyurdu. Ama bir insanın cefâsına tahammül edip zararını defetmemek tevekküldür. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki: «Kâfirlerin, münafıkların ezalarına sabret. Ben onlann cezasını veririm. Onlardan korunmak için Allah’a tevekkül et.» Ama insanlardan olmayıp yırtıcı hayvanlardan, yılan ve • akrepten gelen ezaya sabretmek caiz değildir. Belki onu defetmek gereklidir. Demek ki, düşmanından sakınmak için silâh taşıyan, kuvvetine ve silâhına değil, Allah’a güvendiği zaman tevekkül sahibi olur ve gene kapışım kilitleyen kilide değil, Allah’a güvendiği zaman, mütevekkil olur. üzülmemesi ve kapısını kilitleyip disari çikinca, lisan-ı haliyle kendi kendine: «Ben Allah’ın kazasına mâni olmak için kilit takmadım. Allah’ın âdetine riâyet için kilit taktım. Allahım, eğer birisini bu koruduğum malıma musallat edersen, senin hükmüne razıyım. Çünkü onu benim için mi, başkaları için mi yarattığını bilmiyorum.» demelidir.
O hâlde eğer bir kimse evinin kapısını kilitlese ve geri döndüğünde malının çalınmış olduğunu görüp üzülse, onun faydası, tevekkül sahibi olmadığını ve nefsinin kendine sen tevekkül sahibisin demesi, sadece iğva olduğunu anlamasıdır. Sakin olup da şikâyet etmezse, tevekkül sahibi elmasa da sabır sevabını alır.
Eğer şikâyet edip hırsızlık yapan kimseyi soruşturup araştınrsa, sabır derecesinden de düşer. Böylece ne sabredicilerden, ne de tevekkül sahiblerinden olmadığını anlar. O hâlde sabr ve tevekkül iddiasından vazgeçmek lâzım gelir. Bu da hırsız sebebiyle kendisine hâsıl olan tam bir faydadır.
Sual: O kimsenin bu mala ihtiyacı olmasaydı, kapısını kilitle-mezdi. Ona muhtaç olduğu için onu koruyor. O hâlde çalındığında nasıl üzülmez?
Cevap: Şunu düşünmelidir ki, Allah Teâlâ o malı kendisine verdiği zaman, vermesi hayırlıdır ve bundan alâmeti de onu vermesidir. O malı aldığı zaman da alması hayırlıdır ve bunun alâmeti de almasıdır.
O hâlde her iki şekilde de kendisine hayır takdir edildiğine se- . vinmelidir ve Allah Teâlâ’nm onun hakkında hayırlı olmayan bir şey yapmadığına, kendisinin hayrın nerde olduğunu bilmeyip bunu ancak Allah Teâlâ’nm bildiğine inanmalıdır. Tıpkı şu hasta gibi olmalıdır ki, babası şefkatli bir tabibtir. Ona et ve nefis yemekler verirse, babam bende sağlık görmese, bunu bana vermezdi diye sevinir. Et ve nefis yemekleri vermese de, bunların bana zararı olmasa menetmezdl diye gene sevinir. Bu mertebe iman olmadıkça tevekkül olmaz. Belki tevekkül diye inandığı şey, aslı olmayan bir hayâl olur.
TEVEKKÜL SAHİBİNİN EDEBLERÎ
Tevekkül sahibi kimse malını hırsızdan korurken altı edebî gö~ . zetmelidir: , .
Birinci edeb: Kapıyı kilitlerken fazla ihtimam gösterip çok yerden kilitlememeli, komşuların beklemesini istememeli ve kapıyı kolay yoldan kilitlemelidir. Mâlik bin Dinar dışarı çıktığı zaman kapısını bir iple bağlardı ve: «Eğer köpeğin girme ihtimali olmasaydı, bunu da yapmazdım.» derdi.
ikinci edeb: Evde hırsızın düşkün olduğu eşyayı bulundurmama-Iıdır. Zira kıymetli eşya, hırsızı günaha teşvik eder. Bir defa Muğire,
Mâlik bin Dinar’a bir kova gönderdi ve arkasından bir adam gönderip geri istedi ve: «Hırsız çalar diye kalbime vesvese geldi.» dedi. Mu-ğire’nin gayesi, kendisinin vesveseden ve hırsızın günahtan kurtulması idi. Ebü Süleyman-ı Daranî bunu duyunca: «Bu sofilerin kalblerinin zayıflığından ileri gelen bir şeydir. İhsan dünyadan zühdederse, çalınıp çalmmaması birdir.» Ebû Süleyman’ın bu görüşü daha tamdır. Zira zühde münâsib olan da budur.
Üçüncü edeb: Evinden dışarı çıkınca, eğer eşyamı çalarlarsa helâl olsun diye niyet etmelidir. Zira hırsız fakir olup ona ihtiyacı olabilir. Eğer zengin olursa, belki bu sebeb ile başkasının malını çalmaz. O hâlde kendi malmı başkasının malına feda etmekle hem hırsıza, hem de müslümanlara şefkat etmiş olur. Bil ki, bu niyetle Allah’ın kazası değişmez. Fakat kendisine sadaka sevabı hâsıl olur. Şöyle ki bir akçesine yediyüz akçe sevabı yazılır. Eğer çalınmasa, gene sadaka sevabı bakidir. Nitekim hadiste: «Bir kimse nikâhlısıyle buluşup tohumu esirgemezse (dışarı akıtmazsa) ve çocuk olmasını niyet ederse, ister çocuk olsun, ister olmasın, onun için, Allah yolunda gazaya gidip şehid düşen bir yiğit sevabı yazılır.» Çünkü o kendisine düşeni yapmıştır. Ve eğer oğlan dünyaya gelseydi, onun ahlâk ve hayatı bunun elinde olmazdı. Belki onun sevabı .sadece tohum saçıp niyet etmesiyle olurdu.
Dördüncü edeb: Hırsız malını çaldığına üzülmemeli ve bunun kendisi için hayırlı olduğunu bilmelidir. Eğer çalınan malı Allah için feda edip helâl ederse, arkasına düşüp aramamalı, geri verilirse almamalıdır. Gerçi alsa da kendi malıdır. Çünkü yalnız niyetiyle mülkiyetinden çıkmaz. Fakat tevekkül makamında geri alması iyi olmaz.
İbn-i Ömer’in bir devesini çaldılar. Arayıp bulamayınca, Allah için helâl olsun dedi ve mescide gelip namazla meşgul oldu. Birisi gelip, deve filân yerde imiş, diye haber verince, Ibn-i Ömer onu almak için nalinlerini giydi, fakat «Allah için helâl olsun.» dediği aklına gelince, «Estağfirullah» deyip yerine oturdu ve: «Ben onu Allah için helâl etmiştim. Bundan sonra onun semtine yaklaşmam.» dedi. Büyüklerden biri der ki, bir biraderimi rüya âleminde cennette gördüm. Fakat üzgündü. Madem cennettesin niçin üzgünsün? dedim. Dedi ki, kıyamete kadar bu üzüntü bende kalacaktır. Çünkü ıllîyînde banaj cennette misli görülmemiş yüksek dereceler arzettiler. O dereceleri görünce sevindim. O derecelere gitmek isteyince bir nida geldi ki: «O kimseyi geri çevirin. Çünkü o dereceler yolun sonuna varanlar içindir. Bu kimse yolun sonuna varmamıştır.» Dedim ki, yolun sonuna varmak nasıl olur? Dediler ki: «Sen, filân şeyi Allah için verdim, demiştin; oysa o sözünü başa çıkarıp bitirmedin. Eğer başa çıkarmış olsaydın, bu dereceler tam olarak sana verilirdi.» Birisi Mekke’de uykudan uyanınca bir kese altınını bulamadı. Ö sırada orada büyük abidlerden birisi vardı. Onu itham etti. Abid onu evine götürüp altının miktarını sordu ve o kadar altın ona teslim etti. O kimse dışarı çıkınca, yoldaşlarından birinin lâtife ile onu alıp sakladığını haber aldı. Bunun üzerine geri dönüp abidden aldığı altını önüne koydu. Ne kadar ısrar ettiyse, abid onu geri kabul etmedi ve: «Ben niyetimde Allah için helâl ettim, geri almam.» dedi. Sonunda fakirlere verilmesini emretti. Bunun gibi bir kimse bir fakire bir ekmek vermek için fakirin yanma gdip onu bulamazsa, geçmiş büyükler o ekmeği geri eve götürmesini kerih görmüşler ve onu yemeği caiz görmeyip başka bir fakire vermelidir, demişlerdir.
Beşinci edep: Kendine zulmeden hırsıza beddua etmemelidir. Çünkü beddua ile hem tevekkül, hem de zühd bozulur. Zira geçmiş şeye üzülen zâhid olamaz. Rabi-i Haysem’in binlerce akçe değerinde bir atını çaldılar. Rabi dedi ki, kimin çaldığını gördüm; fakat sesimi çıkarmadım. Dediler ki, niçin sesini çıkarmadın? Dedi ki, atı aldıkları zaman bana attan daha sevgili bulunan manevî bir hâldeydim. Bunun üzerine atı çalana beddua ettiler. Rabi’ razı olmadı ve: «Beddua etmeyin. Çünkü ben onu helâl ettim.» dedi. Ulu kişilerden birine: «Sana zulüm edene beddua et,» dediler. O da: «O, zulmü bana değil, kendine yapmıştır. Ona o kötülük yeter. Daha fazla kötülük yapamam.» dedi. Hâdis-i Şerifte: «Kul, kendisine zulmeden kimseye beddua edip onun hakkında kötü söylerse, bütün hakkını ödeşmiş olur. Hattâ zâlimin hakkı da ona geçebilir.» buyurulmaktadır.
Altıncı edeb: Hırsız bu günahı işleyip bu yüzden azaba düşeceğine mal sahibi üzülmeli, ona acımalıdır ve kendisinin zâlim değil, mazlum olduğuna ve bu noksanlığın dininde değil, malmda meydana geldiğine şükretmelidir. Eğer hırsızın günah işlediğine üzülmezse, insanlara nasihat ve şefkat etmeyi terketmiş olur. Fudeyl bin Iyad, Bişr-i Hafi’nin malı çalındığında üzülüp ağladığını görünce, mal için mi ağlıyorsun? dedikte, Bişir: «Mal için değil; fakat bunu yapan zavallıya ağhyorum ki, kıyamet gününde onun hüccet ve cevabı olmayacaktır.» dedi.
Dördüncü makam, hastanın tedavisinde ve vâki olan zararın izâlesinde tevekkül:
Bil ki, ilâç üç derecedir:
Birinci derece: Te’siri kat’î olan ilâçtır. Açlığı yemek yemekle, susuzluğu su içmekle tedavi etmek ve ateşi su ile söndürmek gibi. Bu kat’î ilâçları terketmek, tevekkülden sayılmaz. Hattâ bunun gibi yerlerde tevekkül haramdır.
İkinci derece: İlâcın hastalığa te’siri kat’î olmadığı gibi, zanni de değildir. Belki te’siri muhtemeldir. Efsun, dağlama ve fal gibi. Bunları bırakmak tevekkülün şartıdır. Nitekim hadîste: «Böyle şeylere yapışmak, sebeblere fazla güvenmekten ileri gelir.» buyurulmaktadır. Bunların en kuvvetlisi dağlama; ondan sonra efsun; ondan sonra da faldır ki, ona tetayyur (uğurlu saymak) denir.
Üçüncü derece: Bu iki derecenin arasındadır. Bunun te’siri kat’î olmayıp kuvvetli zanna dayanır. Damar kesmekle veya hacamatla kan aldırmak, müshil içmek ve soğuğa karşı sıcakla, sıcağa karşı soğukla tedavi olmak gibi. Bu ilâçları kullanmamak gerçi haram değildir, fakat terk etmek de şart değildir. Bazen onları yapmak yapmamaktan hayırlıdır ve bazen de yapmamak hayırlıdır. Bu kabil ilâçları terket-mek tevekkülün şartı olmadığına delil, Resûlüllah’m sözü ve hareketidir. Sözleri şudur ki: «Ey Allah’ın kulları, ilâç kullanın!» ve gene: «Ölümden başka her derdin ilâcı vardır. Fakat bazen o ilâcı bilirler, bazen de bilmezler.» buyurur.
Resûlüllah’a, ilâç Allah’ın takdirini değiştirir mi diye sordular: «İlâç da Allah’ın mukadderatından biridir.» buyurdu. Gene buyurdu ki: «Meleklerin yanından geçerken ümmetine hacamatla emret diye onların her toplumu bana tavsiyede bulundu.» Gene buyurdu ki: «Ayın onyedisinde, ondokuzunda ve yirmibirinde hacamat yapın ki, kan galebesi sizi öldürmesin. Zira kan galebesi Allah’ın emriyle ölüme sebeb olur.» Kanı bedenden dışarı çıkarmakla yılanı elbiseden dışarı çıkarmak ve yangını evden dışarı çıkarmak arasında fark yoktur. Çünkü bunların hepsi ölüm sebebidir. Bunları terketmek tevekkülün şartı değildir. Resûlüllah buyurdu ki: «Ayın onyedinci günündeki Sah günü hacamat yapmak, bir yıllık derde devadır.»
Bu hadis, munkatıan rivayet edilmiştir (yâni hadis râvilerinden biri terkedilip isnadı muttasıl olmamıştır.)
Resûlüllah Sa’d bin Muaza damardan kan aldırmayı emretmiştir ve Hz. Ali’nin gözü ağrımıştı. Ona, bundan yeme deyi^» taze hurmaya ve bundan ye, deyip keşkekle pişmiş pancar yaprağına işaret ettiler. Yine Hazret-i Peygamber Suheybi Rûmi’ye: «Ey Suheyb! hurma mı yiyorsun oysa ki gözün ağrıyor.» buyurdu. Suheyb: Ben, ağrıyan gözümün tarafından yemiyorum; öbür tarafından yiyorum, dedi. Resûlüllah, cevabını duyunca gülümsedi. *
Resûlüllah’m hareketlerine gelince: Her gece sürme çekerdi* her ay kan aldırırdı. Ve her sene de şurup içerdi. Vahiy geldiği zaman başı ağrıdığı için, kına vururdu. Bir yeri yaralandığı zaman da üzerine kına koyardı. Bazen de birşeyi bulamayınca üzerine toprak da koyardı. Bunun gibi rivayetler «Tibbü’n-Nebi» adlı meşhur kitapta çoktur. Bu kitapta Resûlüllah’m tıpla ilgili hâlleri toplanmıştır.
Musa (a.s.) hastalandı. Benî İsrail dediler ki, onun ilâcı filân şeydir. Musa: «İlâç almam. Rabbim şifâ verir.» dedi. Sonra hastalık iyi-leşmeyip uzun zaman öyle kaldı. Benî İsrail: «Onun ilâcı denenmiştir. Kullanırsan, hastalık derhal gider.» dediler. Musa: «İlâç almam.» dedi. Hastalık öyle kaldı. Sonunda vahiy geldi ki: «İzzetim hakkı için ilâç almazsan, şifâ vermem.»
Bunun üzerine Musa ilâç aldı ve derhâl iyileşti. Bundan Musa’nın kalbine bazı vesveseler düştü. Bunun üzerine vahiy geldi ki: «Tevekkülünle benim hikmetimi bozmak mı istiyorsun?» İlâçlarda yaratılan faydalar, hepsi bu kabildendir. Yâni hepsi Allah’ın hikmetine râcidir.
Peygamberlerden biri zayıflıktan şikâyet edince, vahiy geldi ki: «Et ye süt iç, zayıflıktan kurtulursun.» Bunları yiyince zayıflıktan kurtuldu. Bir kavim, zamanlarının Peygamberine, çocuklarının çirkin olmasından şikâyet ettiler. Vahiy geldi ki: «Kadınları hamile iken ayva yesinler.» Böyle yaptılar. Çocukları güzel öldü. Bundan sonra hamilelik devresinde ayva, lohusalık devresinde de hurma yerlerdi.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ekmek ve süt tokluk sebebi olduğu gibi, ilâç da şifâ sebebidir. Bunların hepsi sebebleri yaratanın tedbiridir.
Haberde gelmiştir ki; Musa (a.s.): «Ya Rabbi, hastalık kimdendir, şifa kimdendir?» diye sual etti. Allah Teâlâ: «İkisi de bendendir.» buyurdu. Musa: «O hâlde tabibin işi nedir?» dedi. Allah Teâlâ: «Ta-bib, tabiblik sebebiyle nzıklanır ve benm kullarımın hatırını hoş eder.» buyurdu.
Demek ki bu mertebedeki tevekkül de hem bilgi, hem hâl iledir. Zira ilâca değil, ilâcı yaratana güvenmelidir. Çünkü ilâç kullanıp da ölenler çoktur.
DAĞLAMA
Bil ki, bazı kimseler dağlamayı’ adet edinmişler. Fakat dağlama, kişiyi tevekkül mertebesinden düşürür. Hatta dağlamak yasaklanmış ve efsun yasaklanmamıştır. Çünkü azalan yakmak tehlikelidir ve ölüme bile sebeb olabilir. Damardan ve hacamatla kan aldırmak gibi değildir. Onun faydası da onlar gibi açık değildir. Başka bir ilâç onun yerini tutabilir.
Ömer bin Hasîne hastalandı. Dağlamak istediler. Kabul etmedi. Israr edince, kabul etti. Der ki, «bundan önce nur görürdüm ve gayb-tan bazı sesler işitirdim ve melekler ile konuşurdum. Bana selâm verirlerdi. Bu dağlamayı yapınca, hepsi benden gizlendi» dedi. Nice tövbe ve istiğfardan sonra, bu kerametin tekrar kendisine verildiğini Mu-tarrif bin Abdullah’a söylemişti.
NEREDE İLAÇ KULLANMAMAK İYİDİR?
Bil ki, bazı hallerde ilâç kullanmamak daha iyidir ve peygamberin sünnetine de muhalif değildir. Zira ilâç kullanmayan büyükler çoktur.
Sual: İlâç kullanmamak niçin gerekir:
Cevap: İlâç kullanmamak kemâl olsaydı, Resûlüllah ilâç kullanmazdı.
Birinci sebeb: «îlaç kullanmayan kimse, mükâşefe âlemine vakıf olup ecelinin yakm olduğunu anlamış olabilir. Nitekim Hz. Ebu Bekire: oTabib çağırsaydik» dediler. Ebu Bekir dedi ki, tabib beni gördü; fakat ben istediğimi yapacağım, buyurdu.
İkinci sebeb: Kalbi ahiret korkusuyla meşgul olduğu için, ilâç tedariki ila uğraşmıyor. Nitekim Ebu’d-Derda’ya, hastalığın neden mütevellittir? dediler. Günahlarımdandır, dedi. Kalbin ne istiyor? dediler. Allah’ın rahmetini diliyor, dedi. Tabib çağıralım mı? dediler. Beni tabib hasta etti, dedi.
Gene Ebu’d-Derda’nm gözü ağrıyordu. îlâç kullanmaz mısın? dediler. Bundan daha mühim işim var, dedi. Bu, şuna benzer ki, birisini hüküm vermek için padişahm huzuruna götürürken ona yemek teklif etseler, o, yemek isteğim yoktur, der. Onun bu sözü, yemek yiyenlere ta’n ve muhalefet olmaz, belki istiğrak âlemine düşmek olur. Nitekim Sehl’e kuvvetin nedir? dediler. «Hayyü Kayyumdur» dedi. Kıvamını soruyoruz, dediler. İlimdir, dedi. Gıdanı soruyoruz, dediler. Gıda zikirdir, dedi. Bedene gerekli olan yemeği soruyoruz, dediler. Yaratıkları bırakın, yaratan ile meşgul olun, dedi.
Üçüncü sebeb: Hastalığı müzmin olur, yâni iyileşmesinin ihtimali uzak olur. Bu hastanm yanında ilâcın faydası efsun gibi nadir olur. Tıb ilmini bilmeyen kimsenin ekseriyetle ilâçlara inanması böyledir. Rabi’ b. Haysem der ki, ilâç kullanmak istedim. Fakat düşündüm ki, Ad, Semûd ve eski kavimler; sayısız doktorlarıyle beraber öldüler ve tıb onlara fayda vermedi. Bunun için ilâçtan vazgeçtim. Bu sözden anlaşılıyor ki, Rabi’ tıbbı zahirî sebeblerden anlamıştı.
Dördüncü sebeb: Hasta, hastalıkla çektiği sıkıntının sevabından ayrılmamak ve sabrını denemek için iyileşmek istemiyor. Hadîste: «Allah Teâlâ kulunu belâ ile dener. Tıpkı altını ateşle denedikleri gibi» buyurulmaktadır. Bazı altınlar ateşten sağlam çıkar ve bazı altınlar da ateşten bozulmuş olarak çıkar. Sehl-i Tüsterî, başkalarına ilâç dağıtırken, kendisinin bir hastalığı vardı ve onun için ilâç yapmazdı ve derdi ki: «Hastalığa razı olup oturarak namaz kılmak, sağlam olarak ayakta namaz kılmaktan üstündür.»
Beşinci sebeb: Günahı çok olur da hastalığın günahlarına keffâ-ret olması için uzamasını ister. Hadîste: «Sıtmaya yakalanan kul, dolunun tozdan temiz olması gibi günahlarından temiz olur,» buyu-rulmuştur. tsa (a.s.): «Bedeninde ve malında meydana gelen musibete, günahı affolacağı için sevinmeyen, âlim değildir,» buyurur. Musa (a.s.) bir hastaya ağlayıp: «Allahım, bu kula’ merhamet etmez misin?» dedi. Cenab-ı Allah: «Merhamet sebebi olan bir şeyde nasıl merhamet edeyim? Zira onu hasta yapmakla günahlarını affeder ve bununla derecelerini yükseltirim,» buyurdu.
Altıncı sebeb: Sağlıktan serkeşlik, gaflet ve azgınlık meydana geldiğini bilip hastalık za’fiyetiyle gaflet ve serkeşlikten uzak olmak ister. Allah Teâlâ sevdiği kulunu sıkıntı ve belâ ile uyandırır. Bunun için denilmiştir ki: «Mü’min üç şeyden boş olmaz: Fakirlikten, hastalıktan ve zilletten.» Hadîste gelmiştir ki: «Allah Teâlâ buyurur ki: Fakirlik benim kemendimdir. Hastalık benim zindammdır. Bunlara sevdiklerimi sokarım.» O hâlde sağlığı, günah işlemesine sebeb olan kimsenin sıhhat ve afiyeti hastalıktadır. Hz. Ali, bir topluluğun süslenip eğlendiklerini görünce, bu nedir? dedikte, bugün bayramdır, dediler. Hz. Ali, Günah işlemediğimiz gün bizim bayramımızdır, buyurdu. Büyüklerden birine, nasılsın? diye sordular. «Afiyetteyim. Günah işlemediğin gün afiyettesin. Günah işlediğin gün, ondan daha büyük sıkıntı olur mu?» dedi. Derler ki, Fir’avnın tanrılık iddiasında bulunmasının sebebi, dörtyüz yıl yaşayıp da bu müddet zarfında onun başının bile ağrımamasıdır. Eğer bir saat başı ağrısaydı, bu boş iddiada bulunmazdı. Denilmiştir ki, kul bir iki kere hastalanıp da tevbe etmezse, Azrail ona der ki, mü’minin kırk gün sıkıntıdan yahut hastalıktan, yahut korkudan, yahut zarardan boş kalması iyi değildir.
Resûlüllah bir hanımla evlenmek istedi. Dediler ki, «Bu hanım hiç hasta olmamıştır.» Bunu bir meziyet sanıp söylemişlerdi. Resûlüllah bu haberi duyunca, «Öyle ise, istemem,» buyurdu.
Bir gün Resûlüllah baş ağrısından bahsediyorlardı. Bir çöl ara-bı: «Baş ağrısı nedir bilmiyorum. Ben hiç hastalık görmedim,» dedi. Resûlüllah: «Benden uzak ol. Cehennemliği görmek isteyen buna baksın,» buyurdu. Hz. Aişe (r.a.) «Ya Resûlallah, hiç kimse şehitlerin derecesine ulaşır mı?» dedi. Resûlüllah: «Evet, günde yirmi defa ölümünü düşünen o dereceye ulaşır,» buyurdu. Şüphesiz hasta günde yirmi defadan fazla ölümünü düşünür. Bunun için de bazı kimseler hastalıklarına ilâç kullanmamışlardır. Resûlüllah bu mertebeye muhtaç olmadığı için ilâç kullanmışlar.’ Velhasıl zahirî sebeblerden kaçınmak tevekküle muhalefet etmek, değildir.
Ömer (r.a.) Şam’a giderken yolda, Şam’da taun hastalığı bulunduğunu haber aldı. Yanındakilerden kimisi gidelim, kimisi, kaza ve kaderden kaçmayız, dedi.
Ömer (r.a.): «Allah’ın kaderinden gene onun kaderine kaçarız. Sizin birinizin iki vadisi olursa, birisi çayır – çemen ve birisi de boş ve kuru olursa, koyunlarını hangisine götürürse, takdirle götürmüş olum
dedi. Sonra Abdurrahman bin Avf’ı istedi. Abdurrahman dedi ki, Re-sûlüllah’tan dinledim ki: «Bir yerde taun olduğunu duyarsanız, oraya gitmeyin. Orada bulunursanız, oradan çıkıp kaçmayın.» Ömer (r.a.), görüşünün, Peygamberin hadîsine uygun düştüğüne şükretti. Sahabeler topluluğu bunun üzerine ittifak ettiler. Oradan kaçmanın yasaklanması, sağlamların gitmesi halinde, hastaların yalnız kalıp (bakacak kimse olmadığı için) ölecekleri içindir. Hem de kirli hava, çıkanların içine te’sir etmişse, oradan kaçmak ne fayda verir? Bazı hadîslerde: «Taûn’dan kaçmak, muharebede kâfirlerden kaçmak gibidir» buyurulmaktadır. Bu hastaların kalbi kırık ve onlara yemek yedirecek kimse olmayıp kesinlikle ölecekleri bilindiği ve kaçanların kurtulma ihtimali de zayıf olduğu zamandır.
KAYNAK
KİMYA-YI SAADET
imam Gazali