Tasavvuf Nedir? | Tasavvufun Tarihi | Tasavvufi Kavramlar

TASAVVUF NEDİR? NE DEĞİLDİR? NE İŞE YARAR? 

  İslâmʼın hedeflediği “kâmil insan” olabilmek için dînî hayatı; madde ve mânâ    bütünlüğü, zâhir ve bâtın derinliği, akıl ve kalp âhengi, şekil ve ruh beraberliği    içinde kavrayıp, yaşamak îcâb eder. Gerçek tasavvuf, İslâmʼın zâhirine ilâveten,    bâtın plânında da kavranıp yaşanması gayretinden ibarettir.    Bu ise meşhur tâbiriyle; “şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifet” bütünlüğü    içerisinde İslâmʼı idrâk etmeyi gerekli kılar. Buna tipik bir misal olması    kabîlinden ifâde edelim ki;    Şerîatte, doyduktan sonra yemek israftır.  Tarîkatte ise doyuncaya kadar yemek israftır.  Hakîkatte, kifâyet miktarını, Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek israftır.  Mârifette de bütün bunlara ilâveten, nîmetlerdeki ilâhî kudret veesmâ    tecellîlerini tefekkür etmeden yemek israftır. Zira yaratılmış her varlık,    Yaratıcıʼsının sonsuz kudret ve azametine birer delil mâhiyetindedir.    Büyük velîlerden Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, çoğu zaman yemek pişirip sofra kurma    işlerinde bizzat hizmet ederdi. Yemek hazırlanırken ve yenirken, kalben uyanık    olup bir an bile gâfil kalmamaları için talebelerine devamlı tavsiyelerde    bulunurdu. Müridleriyle birlikte yemek yediğinde, onlardan biri, bir lokmayı    ağzına gafletle götürse, derhâl onu yumuşak bir lisanla îkâz eder ve bir lokmayı    bile Allâhʼı unutarak yemelerine gönlü râzı olmazdı.    Yemek; zâhiren bir ibadet değildir. Fakat Allâhʼı zikrederek yenilen her lokma,    ibadetlerde feyz ve huşûya vesîle olur. Allahʼtan gâfil bir şekilde yenilen    lokmalar ise kalbe kasvet, gaflet ve hantallık verir.    “Yemek” misâli üzerinden verdiğimiz bu İslâmî hassâsiyetleri, âdeta bir şablon    gibi ibadet hayatından âile hayatına, komşuluk münâsebetlerinden ticârî ve    iktisâdî faaliyetlere kadar, akla gelebilecek bütün beşerî davranışlara tatbik    edebilmekle, gerçek mânâda “tasavvufî derinliğe” ulaşılabilir.    TASAVVUF NEDİR?    Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.    Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi yüce bir ufka taşımanın diğer adıdır. Yani dâimâ    ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, bu şuur ve    idrâk ile yaşamaktır.    Tasavvuf; bir arınma disiplinidir. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden sakınarak    “takvâ”ya erebilme yoludur. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî istîdatları    inkişâf ettiren bir mânevî terbiyedir.    Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin    tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.    Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.    Tasavvuf; ilâhî takdîre her hâlükârda rızâ göstererek Allah ile dâimâ dost    kalabilme mârifetidir. Hayatın med-cezirleri ve acı-tatlı sürprizleri karşısında,    gönül dengesini korumaktır. Varlıkta şımarmayıp yoklukta daralmamaktır. Başa gelen    cefâları, ilâhî bir imtihan bilip, bunları kendisine bir tezkiye (mânevî arınma)    vesîlesi kılabilme olgunluğudur. Şikâyet ve sızlanmayı unutarak dâimâ hamd ile    şükreden “güzel bir kul” olabilme mahâretidir.    Tasavvuf; maddî-mânevî bakımdan kendini ikmâl etmiş mü’minlerin, diğergâm bir    gönülle mahlûkâta yönelerek, onların mahrûmiyet ve ihtiyaçlarını telâfî    mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve    hizmetin, tabiat-ı asliye hâline gelmesidir.    Tasavvuf; Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî    derinlikle idrâk edip hayatın her safhasında yaşamaktır.    Hâsılı tasavvuf; Allah Rasûlüʼnü aşk ile yakından tanıyabilme, Oʼnun yüce karakter,    şahsiyet ve ahlâkından nasîb alarak, dîni, özüne ve rûhuna uygun bir tarzda    yaşayabilme gayretidir.    Bu nevî düsturlarla tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’­ten almayan ne    varsa -her ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.    TASAVVUF NE DEĞİLDİR?    Dînin derûnî ve ruhânî ciheti, mârifet ve takvâ derinliği olan tasavvufî yönü    ihmâl edildiğinde, geriye kuru bir kâideler manzûmesi kalır. Bununla birlikte,    bilhassa günümüzde tasavvufî neşveye sahiplik iddiasıyla arz-ı endâm eden bâzı    çevreler gibi, her şeyi bâtınî hükümlerden ibâret görüp dînin zâhirî hükümleri    diyebileceğimiz şerîati hafife almak da tasavvufun hakîkatinden uzaklığın apaçık    bir göstergesidir. Bu gibi kimselerin; “Kalbin temiz olsun da amelin az olsa da    olur(!)” şeklinde, nefsânî tâvizlere kapı açan anlayışıyla, şerîatin hâdimi olan    gerçek tasavvufun uzaktan yakından bir alâkası yoktur.    Meselâ günümüzde, Mesnevî-i Şerîfʼin rûhundan uzak bazı kimseler tarafından,    Mevlevîliğin takvâ tarafı ihmâl edilerek, aslı zikir olan semâ, bir nevî folklor    gösterisi ve bir mûsikî meclisi hâline getirilmeye çalışılmaktadır.    Ayrıca bazı tarîkatlerde, başlangıçta sûret-i haktan görünen güzel niyetlerle    ticârî faaliyetlere girilmektedir. Fakat işin sonunda, ekseriyetle takvâ    hassâsiyetlerinden uzaklaşılarak maddî menfaatlere râm olmuş bir yapıya    dönüşülmektedir. Bu ise bâriz bir şekilde dînin dünyaya âlet edilmesidir. Hiçlik    ve yokluk kapısı olan tarîkatin, varlık ve çokluk kaygısıyla hareket eden bir    menfaat çarkına dönüşmesidir.    Bazı tarîkatlerde ise helâl-haram hassasiyetleri geri plâna atılarak, yine;    “benim kalbim temiz(!)” gibi içi doldurulmamış ifâdelerle, kadın-erkek ihtilâtının    önünün açıldığı, tesettürde zaaf gösterildiği ve daha nice şerʼî ölçülerden tâviz    verildiği görülmektedir. Sanki kalp temiz olduğunda helâl-haram sınırlarına riâyet    etmek gerekmezmiş gibi tamamen nefsâniyete prim veren, bâtıl bir görüşe    meyledilmektedir.    Böylece her hususta en büyük rehberimiz olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu    aleyhi ve sellem-ʼin, en temiz kalpli insan olduğu hâlde, ibadette, muâmelâtta,    ahlâkta ve bilhassa günümüzün en büyük problemi olan “helâl ve harama riâyet”te,    ümmetine emsalsiz bir örnek teşkil etmiş olduğu hususu, görmezden gelinmektedir.    Hâlbuki Ehl-i Sünnet veʼl-Cemaat muhtevâsı içindeki gerçek tasavvuf, Peygamber    Efendimizʼin hayat düsturlarıyla, zâhiren ve bâtınen bütünleşebilme gayretidir.    Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevî olgunluğun zirvesinde    bulunmasına rağmen, nasıl ki zâhirî kulluk vazifelerini de son nefesine kadar    büyük bir titizlikle îfâ etmişse, Oʼnu örnek alması gereken her müʼmin de hangi    mânevî makam, mevkî, meşrep ve tarîkatte olursa olsun, şerʼî vazifelerini de yerine    getirmekle mükelleftir.    Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleriʼnden nakledilen şu hâdise, bu hususu ne güzel    îzah etmektedir :    “Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. Bu nedir    diye bakarken, nurdan bir ses geldi :    «–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim! Bugüne kadar yaptığın sâlih amellerden    öyle memnunum ki artık sana haramları helâl eyledim.» dedi.    Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu    anladım ve :    «–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir    zulmettir/karanlıktır.» dedim. Şeytan :    «–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun!    Hâlbuki ben, yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.» diyerek uzaklaştı.    Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabb’imin lûtfu olduğu şuur ve idrâki    içinde, Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim.”    Cemaatten biri :    “–Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?” diye sorunca da;    “–«Sana, haramları helâl kıldım.» demesinden!..” cevabını verdi.    Hakîkaten bir kul, güzel hâli ve sâlih amelleri sebebiyle helâl-haram    hudutlarından muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki zirvesi    olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle bir muâfiyete sahip    olurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak    değildir.   

TASAVVUF EHLİ, KUR’ÂN VE SÜNNETE TÂBİ OLMALI!   

Bu itibarla, hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen bir kimsenin    dilinden, ne kadar tasavvufî ifâdeler dökülürse dökülsün, o kimse gerçek mânâda    tasavvuf ehli olamaz.    Meselâ mîras meselesini, dünyevî menfaatine uymadığı için, ilâhîemirlere göre    tanzim etmekten kaçınan bir müʼminin, seyr-i sülûk yolunda bir mesafe katetmesi    düşünülemez.    Aynı şekilde, âile hayatında İslâmî ölçülere riâyet etmeyen birinin tasavvufî    hayatından söz edilemez. Çocuklarının sırf fânî istikbâlini düşünerek onları Kurʼân    eğitiminden mahrum bırakan, böylece yavrularının ebedî istikbâlini tehlikeye atan    bir anne-babada mânevî inkişâf olmaz. Böyle bir anne-babanın tasavvuf ehli    olduğunu zannetmesi ancak gafletinin bir göstergesidir.    Yine ticârî hayatta kul hakkı yemek, dünyevî bir menfaati için Allâhʼın men ettiği    şekilde hareket etmek, “canım bu seferlik olsun da bundan sonra yapmam” gibi    ifadelerle tâvizlere meyletmek; kişinin kendine yaptığı en büyük zulümdür,    mâneviyâtını sakatlamasıdır.    Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallahu anh-ʼın verdiği şu ölçüleri hatırdan    çıkarmamak îcâb eder :    Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;  Konuştuğunda doğru söylüyor mu?  Kendisine bir şey emânet edildiğinde, emânete riâyet ediyor mu?  Dünya ile meşgul olurken helâl-haram hassâsiyetini gözetiyor mu? İşte    bunlara bakınız. [1]    Velhâsıl, kişinin ibadetlerinde, muâmelâtında, ahlâkında ve hayat nizâmında şerʼî    ölçülere riâyet hassâsiyeti yoksa, o kişinin tasavvufî bir terakkî beklemesi    mânâsızdır.    Unutmayalım ki İslâmʼın zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîat, âdeta bir vücûdu    ayakta tutan iskelet gibidir. İskeleti olmayan, omurgasız bir beden ayakta    kalamaz. Fakat sırf iskeletten ibâret bir dînî hayat da -kimilerinin kasten    göstermek istedikleri gibi- ürkütücü, soğuk, itici ve ruhsuz bir İslâm anlayışı    ortaya koyar.    Bu bakımdan gerçek tasavvuf; İslâmʼı, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ,    sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve takvâ ehli müʼminlerdeki feyz ve rûhâniyet dolu    muhtevâsıyla idrâk edip, tıpkı onlar gibi, büyük bir aşk ve şevkle yaşama    gayretinden ibârettir.

Tasavvufun Tarihi

Tasavvufî hayat ve düşüncenin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Bugünkü şekli ile tasavvuf teriminin delalet ettiği mana ve hükümlerin birçoğu Hz. Peygamber zamanında ve özellikle onun hayatının içinde vardır.

Tasavvuf, İslam kültür ve medeniyetinin dinî, ahlakî ve mistik alandaki önemli unsurlarından biridir.

Tasavvufî hayat ve düşüncenin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Bugünkü şekli ile tasavvuf teriminin delalet ettiği mana ve hükümlerin birçoğu Hz. Peygamber zamanında ve özellikle onun hayatının içinde vardır. Tasavvuf, bu mana ve hükümlerin bir ilim olacak şekilde düzenlenmesi sonucunda ortaya çıkmış İslami bir cereyandır. Hz. Peygamber gerek yaşadığı sade hayat ve gerekse ibadet ile tasavvufi hayata kaynaklık etmiştir. O’nun bu yaşayışı öncelikle ashabı tarafından benimsenmiş ve daha sonra da tasavvuf olarak isimlendirilen ilmin kaynağını oluşturmuştur.

Tasavvufun kaynağının Hz. Peygamber’e dayandığı ve o kaynaktan yayılan bir rayiha olduğu, O’nun örnek hayatı ve bu hususla alakalı sözleri dikkatle incelendiği takdirde görülecektir. Azimet, şecaat, kahramanlık, şükür, tevekkül, kadere rıza, belalara sabır, fedakârlık, kanaat, gönül zenginliği, cömertlik, tevazu gibi insanın her zaman özlemini çektiği bu vasıfların gerçek kaynağı hiç şüphesiz Peygamberimiz’dir. Hz. Peygamber’in hayatının her safhasından istifade edilmiş, tasavvufun kabul ettiği bütün özellikler Kitap ve Sünnet doğrultusunda gelişmiştir. Bu gelişmenin yanı sıra asla uymayan fikir ve davranışların zaman zaman zuhuru ise sosyal hayatın vazgeçilmez özelliğidir.(1)

Tasavvuf, insan ruhunun kemale ermesine sebep olan hal ilmine büyük önem vermiştir. Bu halin insanda meydana gelişi, Kitap ve Sünnet ışığında bazı prensiplerin tespit ve uygulamasına bağlıdır. Bu ise Hz. Peygamber ve ashabının hayatında mevcut hususların yaşanmasına vesile olan eğitimi nesilden nesile aktaracak bir disiplin meydana getirmekle mümkündür.(2) İşte bu disiplinin adı olan tasavvuf, ilk devirlerde zühdî bir hareket olarak başlamış ve İslam ruhunun canlılığının bir devamı niteliğinde gelişmiştir. Tasavvufî hayat ve düşüncenin bir zühd hareketi olarak başlangıcından teşkilatlanarak tarikatlar şeklini alması ve günümüze kadar gelen süreç ise tasavvuf tarihinin konusunu oluşturmaktadır.

Başlangıçtan günümüze kadar olan tasavvuf tarihi, genellikle kabul edilen görüşe göre zühd, tasavvuf ve tarikat dönemi olmak üzere üç döneme ayrılır.

I. ZÜHD DÖNEMİ: Bu dönem Asr-ı saadetle başlayan, tabiin [sahabenin takipçileri] ve tebe-i tabiin [tabiin’in takipçileri] devrini ve ilk iki asrı içine alan, tasavvuf kavramının ortaya çıkışı ve sufi deyiminin ilk defa kullanılmaya başlanmasına kadar olan dönemdir.

Tasavvufa göre sufilerin piri Hz. Peygamber’dir. Sufiler kendilerinde mevcut olan ilim, marifet, hâl ve yaşayışın ilk örneğini daima Rasulullah’ta görmüşlerdir. Rasulullah’ın ruhani hayatı ve dini heyecanı nesilden nesile aktarılarak aynen devam etmiştir. Bu hayat okuyarak ve yazarak öğrenilen bir hayat olmayıp yaşanılan ve yaşatılan; tasavvufi zihniyetin ve yaşayışın kaynağını oluşturan hayattır. Münavî’nin çeşitli devrelerde yaşayan sufileri anlatmak için yazdığı el-Kevakibü’d-dürriyye isimli eserine Hz. Peygamber’i anlatmakla başlaması bunu gösteren örneklerden biridir.(3) Bu sebeple tasavvufun hadis ilmiyle olan münasebeti de önem kazanmaktadır. Yani tasavvufi hayatın temelini oluşturan Hz. Peygamber’in ruhî ve zühdî hayatı ile bu konudaki sözleri, tasavvuf ve hadis ilimlerini birbirlerine yaklaştırmıştır. Tasavvufun bir ilim olarak ortaya çıkışından önce, gerek muhaddisler ve gerekse mutasavvıflar tarafından kaleme alınan Kitabu’z-zühdler hadis ilmiyle tasavvuf arasında bir köprü görevi görmüştür.(4)
Tasavvufa göre sufilerin piri Hz. Peygamber’dir. Sufiler kendilerinde mevcut olan ilim, marifet, hâl ve yaşayışın ilk örneğini daima Rasulullah’ta görmüşlerdir. Rasulullah’ın ruhani hayatı ve dini heyecanı nesilden nesile aktarılarak aynen devam etmiştir.

Tasavvuf ve sufi kelimeleri, her ne kadar kitap ve sünnette lafız olarak geçmese de mutasavvıfların tasavvufu tarif ederken kullandıkları ifadeler ile tasavvuf kavramlarının ekserisi, Kur’ân ve sünnet kaynaklıdır. Mutasavvıfların tariflerinden olan “tasavvuf zühddür” ibaresi bunu gösteren örneklerden biridir. Zira Hz. Peygamber’in hadislerinde de zühd övülmüş ve zühdün en güçlü örnekleri kendi hayatlarında görülmüştür. Allah Rasulü ve Hulefa-i Raşidîn’in hayatında zühd, takva, sabır, tevekkül, cömertlik, feragat şeklinde yaşandığını gördüğümüz ruhani ve manevi hayatın diğer sahabilerce de benimsendiğini ve en güzel örneklerinin onlar tarafından yaşandığını görüyoruz.(5) Dolayısıyla zühdden gaye de tasavvufa dönüşmektir. Kemale eren bir zühd hareketi tasavvufi cereyanı doğurur. Onun için “zühdün nihayeti tasavvufun bidayetidir” denilmiştir. Bu kaide hem bireysel hayattaki zühd yaşayışı, hem de sosyal zühd hareketi için doğru ve geçerlidir. Onun için bir buçuk-iki asır devam eden İslam-zühd hareketinin tasavvufi hareket haline dönüşmesi kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu. İlk defa sufi adıyla meşhur olan Ebu Haşim Sufi’dir. Hicri 150 tarihine kadar seyrek surette rastlanan sufi deyimine bu tarihten itibaren biraz daha sık şekilde rastlanılmaya başlanmıştır.(6) Bu dönemde karşımıza çıkan başlıca zühd mektepleri ise Medine, Basra, Kûfe ve Horasan’dır.

II. TASAVVUF DÖNEMİ: Sufi ve tasavvuf kavramlarının kullanılmaya ve ilk sufi adlarının duyulmaya başladığı hicri II. asrın sonundan, tarikatların ortaya çıktığı devre kadar olan üç, üç-buçuk asırlık dönemdir. Tasavvuf bu dönemde müessese haline gelmiş ve Cüneyd Bağdadî, Bayezid Bestamî, Gazalî gibi büyük sufi ve mutasavvıflar bu dönemde yetişmiştir.

II/VIII. asırdan sonra tasavvufun amelî yönünden ziyade nazari yönü gelişmeye başlamıştır. Sufilerin manevi tecrübe ile elde ettikleri bilgilere marifet, irfan, hakikat ve sır gibi isimler verilmekteydi.(7) Ayrıca ilk tasavvufî eserler bu dönemde yazılmaya başlanmıştır.

III. TARİKAT DÖNEMİ: Tasavvuf müesseselerinin temsilcisi diyebileceğimiz tarikatların ortaya çıkarak sosyal hayatın bir parçası haline geldiği VI/XI. asırdan başlayarak, günümüze kadar devam eden dönemdir.(8 ) Tasavvufi tefekkürün İbn Arabi gibi büyük temsilcilerinin yetiştiği; zaman zaman medrese-tekke çatışmalarının gündeme geldiği, şiir ve edebiyatta en değerli mahsullerin verildiği devirdir.

Tasavvuf Kavramları

Her ilim ve sanatın kendine has terimleri ve kavramları vardır. Bütün ilim ve sanat dallarında var olan kavramlar, tarihi seyri içinde tasavvuf ilminde de var olmuştur. Diğer İslamî ilimlerde olduğu gibi, tasavvufta kullanılan kavramlar da genellikle Kur’ân ve sünnetten alınmadır. Mutasavvıfların kavramları genellikle iki maksatla kullandıkları belirtilmektedir:

1. Anlaşılması zor konuların ehli tarafından daha kolay anlaşılmasını sağlamak

2. Ehil olmayan kimselerden tasavvufî sırları gizli tutmak.(1)

Klasik tasavvuf kitaplarında makam, hal, menzil ve vakt gibi gruplara ayrılarak tasnif edilen tasavvufî kavramların bazıları aşağıda açıklanmaktadır.
Bir hadiste “ihsan” olarak ifade edilen, “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmek, ya da Allah’ın bizi gördüğü duygusuyla ibadet” anlayışı, murakabe kavramına işaret sayılmıştır. Murakabe bir bakıma kalbî ve zihnî teksiftir. Gönüldeki ve kalpteki düşüncenin “Allah” zikri ve fikri etrafında yoğunlaştırılmasıdır.

İBADET

“Abd” kökünden gelen bu kelime, tasavvufta Allah rızasına yönelik her türlü hareket ve davranışı içine alır. “Ben insanları ve cinleri, ‘Ben’i tanıyıp ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zariyat, 51/56) ayetine dayanır.(2)

TAKVA

Kelime anlamı herhangi bir “tehlikeden korunmak” demektir. Tasavvufi manada takva, kalbi günahlardan temizlemek demektir. Ehl-i hakikate göre takva, kişinin Allah’a itaatle ilahi cezadan sakınmasıdır. Bir başka ifadeyle takva, “Seni Allah’tan uzaklaştıracak şeylerden uzaklaşmandır.”(3) Aynı zamanda mutasavvıflar tarafından sınırları korumak ve ahde vefa olarak da ifade edilmektedir.(4) Dolayısıyla takva için bütün iyilikleri kendinde toplayan bir haslettir, denilmektedir. Takvanın aslı önce şirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha sonra günah olması ihtimali olan amellerden sakınmak, en sonra da fuzuli ve lüzumsuz olan şeyleri de terk etmektir.(5)

VERÂ

El çekmek, uzak durmak demektir. Haram ve yasak olan şeylere düşmemek için, şüphelilerden sakınmaktır. Bir başka ifadeyle, ağızdan kalbe giren ve çıkanın Allah ve Resul’ünün sevdiği şeyler olmasına dikkat etmektir. Resulullah (Sav) “Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi İslam’ı iyi anlayıp tatbik ettiğinin delilidir.” (Tirmizî, Zühd) buyurmuştur.

Verâ, zühdün başlangıcı sayılır. Çünkü verâ şüpheliyi, zühd ihtiyaçtan fazlasını terk etmektir. Verâ, Kur’ân ayetlerinde geçmez. Fakat hadis-i şeriflerde çok defa geçmektedir. Hadislerde bu kavram, genellikle haram ve şüpheli şeylerden sakınmak anlamında kullanılmıştır. Sufiler, Peygamberimiz’in “Verâdan daha kolay ve sağlam bir yol görmedim.” (Buhari, Buyû’, 3) “Gönlüne şüphe düşüren şeyi bırak, şüphe düşürmeyene bak!” (Buhari, Buyû’, 3) gibi hadis-i şeriflerini esas alarak, verânın hassasiyetle uygulanmasının, kişinin günah ve şüpheli olan şeyleri tanımasına yardımcı olacak bir sezgi ve duyuş özelliği kazandıracağını ifade etmiştir.(6) Yahya b. Muaz şöyle der: “Verânın iki şekli vardır: Zahirî verâ; Allah Teala’nın rızasından başka bir şeyin seni harekete geçirmemesidir. Batınî verâ; kalbine Allah Teala’dan başka bir şeyin girmemesidir.”(7)

TEVBE

Tevbe; günahtan dönüp edip Hakk’a yönelmektir. Genellikle tasavvufi makamların ilki sayılır. Tevbe, tasavvufta şeriatın yerdiği şeyden övdüğü şeye dönmek olarak kabul edilir. (8 ) Peygamberimiz tevbeyi nedamet olarak tanımlamıştır. Tasavvufta tevbenin sağlıklı olabilmesi için, mazi, hâl ve istikbale ait şu üç esasın bulunması şarttır:

1. Yapılan günahlara pişmanlık (mazi)

2. Günahlardan sıyrılmak (hâl)

3. Bir daha günaha dönmemeye azmetmek (istikbal)(9)

Tevbe, bazı mutasavvıflarca üç derecede incelenmiştir:

1. Tevbe: Allah’ın azabından korkarak günahı terk etmek. Bu birinci basamaktır.

2. İnabe: Allah’ın sevap ve mükâfatına bel bağlayarak O’na yönelmesidir. Tevbenin orta noktasıdır.

3. Evbe: Hakk’ın rızasını kazanmak ve sadece O’na yönelmektir. Bu en ileri derecedir.(10)

ZİKİR

Unutmamak, hatırlamak, zihinde tutmak, yâd etmek, anmak demektir. Kur’ân’da zikir genellikle lügat anlamlarına uygun şekilde Allah’ı anmak, O’nu daima hatırlayıp hiç unutmamak manalarında kullanıldığı gibi “namaz” ve “Kur’ân” gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Zikrin fazileti hadislerde de övülmüştür. Tasavvuf erbabı, ayet ve hadislerin aydınlığında zikri, tarikatların “üssü’l-esas”ı saymışlardır. Zikir kulun Rabbine yaklaşmasını sağlayan en büyük ibadet olarak nitelenmiştir.(11) Ancak zikrin gizli veya aşikâr yapılışı hususunda farklı görüş ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Tarikatlar, tarihi seyri içinde ferdî ve toplu zikre büyük önem vererek, bunun icra şekli konusunda değişik usuller geliştirmişlerdir. Toplu zikre genellikle sema, ayin, hadr gibi; ferdî zikir türleri de lisanın, kalbin, hafînin, ahfânın, sırrın zikri gibi adlar almıştır.(12)

MURAKABE

Lügat anlamı itibariyle denetlemek, kontrol etmek manalarına gelen bu kavram Kur’ân’da değişik biçimlerde geçer. Bir tasavvuf kavramı olarak murakabe, kulun gönlüne ve iç dünyasındaki duygu ve düşüncelerine Allah’ın muttali olduğunu bilmesi ve bu sebeple kalbini ilahi zikirden alıkoyacak kötü düşüncelerden arıtmasıdır. Hem içte hem dışta Hakk’a yönelmenin maksadını sürekli düşünmek demektir.(13) Bir hadiste “ihsan” olarak ifade edilen, “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmek, ya da Allah’ın bizi gördüğü duygusuyla ibadet” anlayışı, murakabe kavramına işaret sayılmıştır. Murakabe bir bakıma kalbî ve zihnî teksiftir. Gönüldeki ve kalpteki düşüncenin “Allah” zikri ve fikri etrafında yoğunlaştırılmasıdır.(14) Zira murakabe, kulun Hak Teâlâ’nın her halükârda onu denetlemekte olduğunu bilmesidir.(15)

İTMİNAN

İtminan kelimesinin sözlük anlamı, sıkıntıdan sonra sükûnete ermek, karışıklıktan sonra düzelmek şeklinde ifade edilebilir. Kur’ân’da on üç yerde geçen bu kavram, kalp ve gönlün bir şeye güvenip bağlanması ve bu güvenle huzura ermesi demektir. Tasavvufi olarak itminan kalpte hiçbir şüpheye yer bırakmadan Allah’a yönelmektir. İtminan, kalbi aklına galip, imanı kavi, ilimde derinlik sahibi, zihni duru, özü sağlam kimselerin halidir.(16)

SIDK

Doğruluk, gerçeklik ve kalp temizliği gibi anlamlar ifade eder. Kelam âlimlerinin peygamberlik sıfatı saydığı bir özelliktir. Sıdk, söz, fiil ve davranışlardaki tutarlılık, iç ve dışın birbirine uygunluğu demektir. Gazzali’nin ifadesine göre sıdk, hem lisanda, hem niyet ve iradede, hem de azim ve amelde olmalıdır. Bunlardan niyet ve iradedeki sıdkın adı ihlastır.(17)

İHLAS

Temiz ve katışıksız yapmak, seçmek, gönülden bağlılık demektir. İbadet ve davranışları yalnız Allah’a has kılarak yapmak, başka düşüncelerden temizlemektir. Tevhid inancının özüdür.

İhlas, riyanın zıddı olup kalbi, temizliğini bozacak düşüncelerden uzak tutmaktır. Sehl b. Abdullah Tüsterî’nin “insanlara en ağır gelen amel” diye tanımladığı ihlasın zorluğunun sebebi, nefse ait bir pay taşımamasıdır. Cüneyd Bağdadî ihlas hakkında şunları söyler: “İhlas kul ile Allah arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki sevap yazsın. Şeytan ona muttali olamaz ki ifsad etsin, heva ve heves onu fark edemez ki kendine meylettirsin.”(18 )

SABIR

Sabır, elem, sıkıntı ve belalara sızlanmayı terk etmek demektir. Sabır tasavvufta bir makam olduğu kadar, ahlakî bir kavramdır. Sabır iki yerde olur:

a. Kulun iradî fiillerinde

b. Kulun iradesi dışında kalan bela ve musibet anında

Sabır insana has bir sıfattır. Aynı zamanda hoşa giden şeylere de sabır gerekmektedir. Nimetlere sabır, onlara bel bağlayıp güvenmemektir.(19) Sabır, bütün makamları, halleri, ahlakları, amelleri ve halleri içerir. O halde hiçbir şey sabrın dışında değildir; çünkü sabır hüküm itibariyle makamların en geneli, etki olarak huyların en kapsamlısıdır. Hiçbir şey sabır olmaksızın tamamlanmaz.(20)
Tevekkül sahibinin hali şöyle anlatılır: O, kullardan herhangi bir beklenti ve ümit içinde olmaksızın kalp sükûneti kazanmış, onların sahip olduklarını düşünerek tasalanmayı bırakmış, tamahkârlığı terk ederek kalbini her şeyi planlayan ve kalpleri şekilden şekle sokan Allah Teala’ya adamış ve her şeyin arkasında Hakk’ın olduğunu söyleyebilen kimsedir.

TEVEKKÜL

Lügatte, işini birine havale etmek, vekile kalpten güvenmek anlamlarına gelmektedir. Gönlünde Allah’tan başka fail olmadığı inancı taşıyan kulun O’na güvenip dayanmasıdır. Tevekkül, ilk zahid-sufilerden itibaren tasavvuf çevrelerinde değişik şekillerde anlaşılmıştır.

Mutasavvıflara göre tevekkül, bir kalp işi ve güven duygusu olması itibariyle üç derecede gerçekleşir:

a. Kulun kendi vekiline karşı itimadı gibi Allah’a güvenmesi

b. Kulun annesinden başkasını tanımayan çocuk gibi, sadece Allah’a yönelmesi

c. Kulun kendini gassal önünde meyyit, rüzgar önünde yaprak gibi Allah’a teslim etmesi

Tevekkülü, tevekkül, teslim ve tefviz diye üçe ayıranlar da vardır. Tevekkül, Allah’ın vaadine güvenmek, teslim, O’nun bilgisiyle yetinmek, tefviz de Hakk’ın hükmüne razı olmaktır.(21)

Tevekkül sahibinin hali şöyle anlatılır: O, kullardan herhangi bir beklenti ve ümit içinde olmaksızın kalp sükûneti kazanmış, onların sahip olduklarını düşünerek tasalanmayı bırakmış, tamahkârlığı terk ederek kalbini her şeyi planlayan ve kalpleri şekilden şekle sokan Allah Teala’ya adamış ve her şeyin arkasında Hakk’ın olduğunu söyleyebilen kimsedir.(22)

ŞÜKÜR

Şükür, nimeti vereni düşünüp nimetini ikrar ve itiraf ile bu ihsanından dolayı O’na hamd etmek ve o nimeti O’nun gösterdiği istikamette kullanmaktır. Bir başka ifadeyle ihsanda bulunanın nimetini ona boyun eğerek ifade etmektir.(24)Gazzali şükrü, halktan birisine padişahın at hediye etmesi örneğiyle anlatır: Böyle şanslı bir kişinin üç sebeple sevinmesi muhtemeldir: a. Ata sahip olduğu için, b. Padişah kendisini hatırladığı için, c. Bu at ile sultana hizmet etmek için.

Dolayısıyla şükür aynı zamanda Allah’ın verdiği nimeti, yine Allah’ın gösterdiği yolda ve O’na yakınlaşmaya vesile olarak kullanmaktır.(24)

RIZA

Hoşnutluk, beğenmek, izin, müsaade ve boyun kesmek demektir. İlahî hüküm karşısında kulun itirazsız boyun eğmesidir. Rıza, tasavvuf makamlarının en üstünü olarak kabul edilmiştir. İki boyutludur:

a. Kulun Allah’tan razı olması

b. Allah’ın kuldan razı olması

O, rızaya rızayla karşılık verir. Bu da ödül ve karşılığın zirvesi, ilahî lütfun zirve noktasıdır.(25) Rıza ile sevgi arasında bir ilişkinin bulunduğu bilinmektedir. Çünkü seven sevdiğinden gelen acıyı duymaz.(26) Rıza her konuda kaderin akışına teslim olmak, her hali güzel ve hoş karşılayıp Allah’ın kazasını başkasına şikayetten vazgeçmektir.

FAKR

İhtiyaç duyulan şeyin yokluğu demektir. Tasavvufta kulun kendinde bir varlık görmemesi, her şeyi Hakk’a bırakması, şahsının, amelinin, hâlinin ve makamının Allah’ın lütfu olduğunu kabul etmesidir. Her şeyin gerçek sahibi Allah’tır. Bu yüzden bütün varlıklar ona muhtaçtır.(27) Sâlik [tasavvuf yolundaki yolcu] bu makama ulaştığında ruh, başka şeylere sapma ve ilgilenme kayıtlarından kurtulur. Gerçek fakr makamına ermek, hakikate dönmek anlamını taşır.(28 )
İstikamet tasavvufta genellikle keramet ile birlikte kullanılır ve “kuldan beklenilenin keramet değil, istikamet olduğu” sıkça vurgulanır. Çünkü mutasavvıflara göre istikamet, amellere hayat veren ve hallerin arınmasını sağlayan bir ruh olarak kabul edilir.

ZÜHD

Allah’tan başka her şeyi gönülden çıkarmak, değer vermemek, ne varlığa sevinmek, ne de yokluğa üzülmek, Allah ile ganî, Allah ile Aziz olmaktır. Zühd, tasavvufun ilk şeklidir. Sufilere göre, eşyaya dair bütün isteklerin düşmesidir.(29) Bu sebeple zahid, elinde mevcut olan dünyalığa sevinmeyen ve elden çıkan için de hayıflanmayan kimse olarak kabul edilir. (30) Kısacası zühd, Allah ile olmayı önleyen her türlü masiva ve dedikodudan uzak durmak, kalpte onlara yer vermemektir.(31)

KANAAT

Elde olanla yetinmek, Allah’ın verdiğine sabredip razı olmaktır. Bir başka ifade ile çalışıp çabalayarak bütün gayretini sarf ettikten sonra, ele geçene razı olmaktır.(32) Bişr Hafî, “Kanaat bir melektir. O ancak müminin kalbinde ikamet eder.” sözüyle mutasavvıfların kanaatin önem ve özelliğine işaret etmektedir.(33)

İSTİKAMET

Düzgün ve doğru hareket etmek, bir şeyin hakkını tam vererek yapmak demektir. İstikamet, haddi aşmanın zıddıdır. İstikamet tasavvufta genellikle keramet ile birlikte kullanılır ve “kuldan beklenilenin keramet değil, istikamet olduğu” sıkça vurgulanır.(34) Çünkü mutasavvıflara göre istikamet, amellere hayat veren ve hallerin arınmasını sağlayan bir ruh olarak kabul edilir.(35)

RABITA

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Allah(-u Teala)dan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe Suresi 119)

Bu ayeti kerimede mü’minlere hitap edildiği açıktır. Bu da göstermektedir ki “Sıdk” sıfatı, imandan daha hususi (özel) bir manaya sahiptir. Çünkü iman edenlere “sadıklarla” beraber olunması emredilmiştir.
Yani sıdk mertebesinde bulunan herkes mü’mindir, ancak her mü’min sıdk mertebesinde değildir

Bu ayette emir buyrulan “beraberlik” iki şekilde olur:

1- CİSMANİ BERABERLİK: Bu türlü beraberlik, sadıkların meclisine bizzat devam ederek, onlardan ilim, fazilet ve feyz almakla olur.
Kişi sadıklarla beraber olmak için, onların meclislerine devam eder, söylediklerini dinler, hal ve tavırlarını örnek alır.

Bundan dolayıdır ki Ashab-ı kiram (Rıdvanullahi aleyhim ecmain) Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in etrafında pervane olur, sürekli onunla beraber bulunmaya gayret ederlerdi.
Uzak beldelerde bulunanlar da fırsat buldukça ve yol emniyetini temin ettikçe, her taraftan Alemlerin Efendisi’ni ziyarete gelirlerdi.

2- RUHANİ BERABERLİK
Eğer kişi, ayeti kerimede “Sadıklarla beraber olun” emri olduğu halde sadıklardan cismani olarak ayrı bulunuyorsa ne yapacaktır?

İşte bu durumda da onların gidişatlarına uyacak, yaptıklarını yapıp, yapmadıklarını terk edecek, onların hal, tavır, davranış ve sözlerini onların gıyabında hayalinde canlandıracak ve onların hali ile hâllenecektir.

Ehlulalh’ın meclisinde bizzat bulunmak, kişiye fayda sağladığı gibi, gıyaben şahıslarını ve hallerini düşünmek de fayda verir.
Çünkü bir kişi hayalinde, dimağında (beyninde) ve kalbinde neyi tasavvur ederse, fiillerinde de o tezahür eder (açığa çıkar) k,, rabıta da bundan ibarettir.

İsmail Hakkı Bursevi (Kuddise Sirrahu) “Sadıklarla beraber olunuz” ayetinin tfsirinde şöyle demiştir:
“Bu ayeti kerimede bahsi geçen sadıklardan murad; kamil mürşidlerdir. Bir salik onların kapılarında ciddiyetle hizmet eder, muhabbetiyle nazarlarına kabul olunursa, onların feyz ve bereketiyle masivayı terk etmeye, Allah’u Teala yolunda istikamet üzere bulunmaya rahatlıkla muvaffak olur ve huzur-u hakk’a kavuşur.”

Müfessir Alusi (Rahimehullah) ise, yukarıdaki ayetin tefsirinde: “Sadık ve Salihlere karışınız (onlarla iç içe olunuz) ki; onlar gibi olasınız. Çünkü herkes, yakın olduğu kimseye uyar” demiştir.

Bu ayet-i Kerime’yi Ubeydullah Ahrar Hazretleri de rabıtaya delil olarak zikretmiştir.

*- Diğer bir ayeti celilede de Mevla Teâlâ:
“Kullarımın içine gir, cennetime gir.” Buyuruyor. (Fecr Suresi 29-30)

Bu ayeti celilenin açık beyanından da anlaşılacağı üzere; dünyada, Allah’u Teâlâ’ya mahsus olan özel kulların arasına girmek, ahirette cennetlere girmeğe vesiledir.

Tabi ki, dünyada devamlı o dostlar arasında bedenen bulunmak mümkün değilse de, rabıtadan ibaret olan manevi beraberlik, ehli için müyesserdir.

Ali Haydar Efendi (Kuddise Sirrahu) “Ruhul beyan tefsirinden naklen şöyle yazmıştır: “Bu ayeti celile, Süleyman Aleyhisselam’ın: “Beni rahmetinle Salih kullarının içerisine girdir.” (neml Suresi 19’dan) duasını beyan eden ayet-i kerime gibidir.

Hususi kullar zümresine girmek, saadet-i ruhaniye (ruhun mutluluğu) onlarla beraber cennet ve derecelerine kavuşmak ise, cismani (bedenle alakalı) saadettir.

Nitekim Mevla Teâlâ: “Kullarımın arasına gir, Cennetime gir” buyuruyor.

Necmüddin-i Kübra (Kuddise Sirrahu) Hazretleri, “Te’vilat-ı Necmiyye” isimli eserinde, bu ayet-i kerimenin te’vilini yaparken:
“Benim (zatım)la ve sıfatlarımla baki olan (tarikattan sonra hakikate kavuşarak manevi diriliği bulmuş) kullarımın içine gir.
Zatını (kendini) ve enaniyetini (benliğini) yok ettiğin için, Zat’ımın cennetine gir” diye mana vermiştir.

DOSTLARININ YOLUNA UYMAK
*-Cenab-I hak şöyle buyuruyor:
“Bana yönelenin yoluna uy..” (Lokman Suresi 15)

Bazı müfessirler bu ayet-i kerime hakkında şunları söylemişlerdi: “Burada geçen ‘Enabe” kelimesinin anlamı “Meyletmek ve bir şeye rücu’ etmek” demektir.
“Bu iname (Allah’u Teala’ya yönelmek) peygamberlerin ve Salihlerin yoludur.” (İbni Atıyye, el-Muharraru’l veciz, 4/349; Kurtubi, El-Cami’u’li ahkami’l Kur’an, 14/45)

İsmail Hakkı Bursevi (Kuddise Sirrahu) bu ayet-i celilenin tefsirinde şöyle demiştir:
Bu ayette, kâfir ve fasıklarla sohbetten sakındırma ve Salihlerle (beraberliğe) teşvik vardır. Çünkü kişilerin bir araya gelmesi, birbirini etkilemeyi gerektirir. Tabiatlar cezp edici, hastalıklar geçici ve sirayet edicidir.
Bundan dolayı Semure ibn-i Cündeb (Radıyallahu Anh) den rivayet edilen bir hadislerinde, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Müşrikle bir çatı altında oturmayınız ve onlarla bir arada durmayınız. Kim onlarla oturur veya beraber bulunursa, o da onlar gibidir.” Buyurmuştur. (Tirmizi, Siyer:42, No:1605, 4/156)

Yani: “Müşriklerle bir yerde oturmayınız, aynı mecliste toplanmayınız ki, beraberlikten dolayı onların kötü ahlakı size sirayet etmesin ve çirkin halleri size bulaşmasın.”

Alusi (Rahimehullah) ise şöyle demiştir:
“Bu ayetle kamil (manen olgun) insanlara uyup, nakıslardan yüz çevirmeye ve kamil olanları, nakıs (eksik) olanları kemale erdirmesine işaret edilmiştir.

Bütün bu ifadeler, Allah’u Teala’ya inabe etmiş (yönelmiş) velilerin yolu olan: “zikir”, “rabıta” ve “Murakabe” gibi vazifelere tabi olmanın faziletlerini açıklamak, buna mukabil nefislerinin arzularına uyarak bu büyüklerin yollarını inkara kalkışanların, kendilerinden de, fikirlerinden de uzak durulmasının önemini beyan hususunda, ne kadar net ve tesirli manalar ihtiva etmektedir.

RİBAT EMRİ
*- “Ey iman edenler! Sabredin (düşmanlarınızla) sabır yarışı edin (onlara galip gelin, sınırlarda) nöbet bekleşin ve Allah(u Teala’ya muhalefete kalkışmak)tan sakının ki, felaha (kurtuluşa)a eresiniz.” (Al-i İmran suresi 200)

Bu ayeti celilede yer alan (Rabidu) emr-i celilinin masdarları olan “Ribat” ve “Murabata” tabirleri; “Sınırda düşmanı gözetlemek”, “Nöbet tutmak”, “Verilen emrin eksiksiz yerine getirilmesi” anlamlarını ifade eder.

Beden ile nefsin irtibatını sağlaması ve “Halk alemi” ile “Emir alemi”ni bünyesinde barındırması dolayısıyla kalbe de “Ribat” denmiştir.

Zira “Nazargahı ilahi” kabul edilen ve “Masiva” (Allah’u Teala’dan gayrısı)nın girmemesi için her şeyden önce gözetlenmesi gereken yer hiç şüphesiz ki kalptir.

Kur’an-ı Kerim’de (Rabidu) şeklinde geçen ve emir ifade eden “Ribat” ve “Murabata” tabirlerinin; yalnızca maddi ve dış düşmanlara karşı değil:” ve “kötülüğü emredici” karakteri ile tanımlanan nefs ve şeytan düşmanına karşı da vaziyet almayı, bunların aldatıcı hilelerine karşı kalbi gözetlemeyi” amir bulunduğu ve başından beri bu ayet-i kerimenin, iki manayı da aynı anda hedef aldığı, hemen hemen çoğu müfessirlerce söz konusu edilmiştir.

Unutulmamalıdır ki; hem fertlerin hem de toplumların hayatında sıcak savaşlar geçici, soğuk savaşlarsa sürekli ve daimidir.
Sıcak savaşlarda dış, soğuk savaşlarda ise iç düşmanın dikkatle gözetlenmesi gerektiği açık bir husustur.
Zamanın icap ve ihtiyaçlarına göre bunların tercih edilip değerlendirilebileceği söylenebilir. Bu sebeple ayeti kerimeyi:
“İslam düşmanlarına karşı hazır olmak, teyakkuzda bulunmak (uyanık davranmak)” manasında anlamak yanında, bizleri Allah’u Teala’nın dininden uzaklaştırmak için mücadele vermek manasında anlamalıyız.
Kaldı ki müfessirler bu terimlerin tasavvufi anlamlarını gösterirken İslami delillere istinad ettirmeyi de ihmal etmemişlerdir.

Mesela Rağıb el-İsfahani (Rahimehullah) “Ribat” ve “Murabata” nın ikili anlamına işaret ederken:
Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’dan rivayet edilen: “Zorluklara rağmen abdest almak, mescidlere çok adım atmak ve bir namazın ardından diğer namazı beklemek, işte ribat budur” (Müslim, taharet 14, no 251, 1/219; Tirmizi, Nesai, Muvatta, Ahmed-el müsned) hadisi şerifine dikkat çekmiştir.

Ardında Kur’an-ı Kerim’de, “Rabt” kökünden türetilmiş kelimeleri ihtiva eden ayetleri sıraladıktan sonra:
“O (Allah’u Teala) mü’minlerin kalplerine sekineti (iç huzuru, manevi kuvvet ve sabrı) indirendir” (Fetih Suresi 4’den) ayetinde hereketle, bu ayetlerdeki “Rabt”ın:
“kalp sekineti (kalbin huzur bulup yatışması ve sukunete ermesi)” manasına delalet ettiğini söylemiştir. (Rağıb el-İsfahani, Müfredat-ü elfazı’l-Kur’an, sh:338-339)

Dolayısıyla kelimenin gerek lügat anlamı gerekse İslam alimlerinin yukarıda işaret ettiğimiz fikirleri, “Ribat” ve “Murabata”nın sadece sufilerce değil, diğer alimlerce de tasavvufi bir muhtevaya sahip olduğunu gösteriyor.

Bu kelimelerden türetilerek vücud bulan müesseselerin, hem askeri ve idari, hem de dini ve tasavvufi sahalarda hizmet veren kuruluşlar olarak faaliyette bulunduğu tesbit edilmiştir. (Sühreverdi, Avarifü’l-mearif 103, 133)

Her halükarde ribat emrinin zahiri manası, düşmana karşı nübet tutma anlamında olduğuna göre, İbn-i Abbas, Ebu Zerr ve CVabir (Radıyallahu anhuma)’dan rivayet edilen:
“Senin en büyük düşmanın, iki yanının arasında olan nefsindir.” (Beyhaki, ez-zühd, No:345, sh:190; Deylemi, Müsnedül Firdevs No: 5248, 3/408 )

Cihadın en üstünü, kişinin Allah’u Teala uğrunda nefsi ve arzusuyla cihat etmesidir.” (İbn-i Neccar, Deylemi, Ali el-Müttaki, kenz’ul- Ummal, No: 11262, 11265, 4/439-431)

İşte rabıtanın önemi burada çok daha iyi anlaşılmaktadır. Rabıta yapan bir insan devamlı Allah ‘u Teala’nın nurunu ve rızasını talep ettiğinden nefsine ve şeytana karşı nöbet yerini terketmemekte, teyakkuz halinde beklemektedir.

YARATIKLARI DÜŞÜNMEK
Mevla Teala bir ayeti kerimesinde:
“(O akıl sahipleri) öyle kimselerdir ki, ayakta otururken ve ynları üzere (yaslanmış) oldukları halde Allah (u Teala’y) ı zikrederler ve göklerle yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler.” (Al-i İmran 191 den)

Gökler, yerler ve içindekiler hakkında tefekkürde bulunmak övülen bir amel olduğuna göre yaratıklar içerisinde en kıymetli varlık olan inan-ı kamil hakkındaki rabıta ve tefekkür niçin zemmolsun.

Müfessirlerin İmamı Fahruddin-i Razi (Rahimehullah) bu ayet-i celilenin tefsirinde şöyle bir açıklamada bulunmuştur:
“Allah’u Teala kendini zikretmeye teşvik etti. Fakat iş tefekküre gelince, Zatı hakkında düşünmeye teşvik ve davet etmedi. Aksine yerlerin ve göklerin tefekkür edilmesini teşvik etti.

Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimizin:
“Mahlukatı (yaratıkları) tefekkür ediniz, Halik’ı (Yaratıcıyı) tefekkür etmeyiniz.” (Ali el-Muttaki, Kenzu’l Ummal, No:5706, 3/106) sözü de bu aynı manadadır.

Bunun sebebi şudur:
Biz, yaratılan varlıkları düşünerek, onun yaratıcısı hakkında bir bilgiye sahip olabiliriz. Varlıkları düşünmek ve onlardaki İlahi sanat ve tecelliyi görmek mümkündür, fakat Zat-ı Bari’yi düşünmek mümkün değildir.” (Fahruddin-i Razi, Mefatihu’l Ğayb, 9/111)

Bir ayeti celilede ise:
“(Habibim!) De ki, göklerde ve yerde neler olduğuna bakın!” (Yunus 101’den) buyrulmaktadır.

Görüldüğü üzere bu ayeti celilede, göklerde ve yerlerde bulunanlara bakılması emredilmiştir. Bu bakıştan maksat, varlıkların Allah’u Teala’nın varlığına, birliğine, kudretine delalet yönlerini düşünmek üzere bakmaktır.

Yerde bulunan yaratıklar içerisinde, Allah’u Teala’yı en iyi tanıtacak mahluk ise insandır. Çünkü insanda, Allah’u Teala’nın sıfatlarının suretleri bulunmaktadır. Fakat her insan, görüldüğünde ve hatırlandığında Allah’u Teala’yı hatırlatmaz.
“Evliyaullah o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” (Nesai, es- Sünenü’l Kübrai Tefsir:180, No:11235, 6/362; Taberi, Cami’ul Beyan, No: 17723, 24, 25, 26, 6/575; Hakim-i Tirmizi, Nevadir’ul-usül, sh: 140; Haysemi, Mecma’uz-zevahid,10/78 )

Dolayısıyla görülmeleri Allah’u Teala’yı akla getiren velileri mümkün oldukça gözle görmek, bu mümkün olmadığında ise onları, Allah’u Teala’yı hatırlattıkları için hayal etmek ve onlara rabıta yapmak da bu ayeti celiledeki emrolunan nazara (yaratıklara bakmaya) dahildir.

[1] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326.

Kaynaklar

1) Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Vakfı Yay (İFAV)., İstanbul 2001, VI. Basım, s. 59.

2) A.g.e, s.151.

3) Mustafa Kara, Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergah Yay., İstanbul 1990, III. Basım, s. 29.

4) Yılmaz, a.g.e, s. 59-60.

5) Mesnevî, 1,477.

6) Kara, a.g.e, s. 31-32.

7) A.g.e, s. 38.

8 ) Mustafa Aşkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü, T.C. Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2001, s. 15.

1) Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Yay., İstanbul 2002, s. 153.

2) A.g.e, s. 156

3) A.g.e, s.157

4) Bu konuda bilgi için bkz. Abdürrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, İz Yay., İstanbul 2004, s. 146-147.

5) Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyri Risalesi, haz. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 2003, s. 200-203.

6) Mesnevî, 1,477.

7) Yılmaz, a.g.e, s. 157-158.

8 ) Kuşeyrî, a.g.e, s. 204

9) A.g.e, s. 188.

10) Bu konuda bilgi için bkz. Ebu Tâlib Mekkî, Kûtü`l-Kulûb, İz Yay., İstanbul 2004, c. II, s. 158- 170.

11)Yılmaz, s. 159-161

12) Kaşani, s. 248

13) Yılmaz, s.162-164

14) Yılmaz, s.162-164

15) Yılmaz, s. 164-165

16) Yılmaz, s. 168-169, Kuşeyrî, s. 292-295

17) Yılmaz, s. 165-168

18 ) Yılmaz, s. 169, Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İFAV, İstanbul 2001, s. 163-165

19) Yılmaz, s. 170-171

20) Kâşanî, s. 326

21) Yılmaz, s. 172-173

22) Tevbe konusunda geniş bilgi için bkz. Ebu Talib Mekkî, c. III, 17-128

23) Kuşeyrî, s. 258-259

24) Yılmaz, s. 173-174

25) Mekkî, c. III, s. 132

26) Yılmaz, s. 175-176

27) A.g.e, s. 177

28 ) Kâşanî, s. 438

29) A.g.e, s. 282

30) Kuşeyrî, s. 209

31) Yılmaz, s. 179

32) A.g.e, s. 180

33) Kuşeyrî, s. 246

34) Yılmaz, s. 181

35)Kâşanî, s. 57

Osman Nûrî Topbaş, Altınoluk Dergisi, Temmuz, 2014.

Author: RasitTunca

Bir yanıt yazın