Peygamberimiz Hz Muhammedin Medinedeki Hayatı – 7.Bölüm
Hendek Savaşı
Hicretin 5. senesi, 29 Şevval. Milâdî 24 Ocak 627. Uhud Harbinden iki yıl sonra vuku bulan Hendek Muhârebesi, İslâmî gelişmenin önündeki engellerin büyük ölçüde bertaraf olmasında büyük rol oynamış mühim muhârebelerden biridir.
Düşman saldırısını kolayca önlemek maksadıyla, Resûl-i Ekremin Medine etrafında hendekler kazdırması sebebiyle, Hendek Savaşı adını alan bu muhârebenin bir diğer adı da “Ahzab”dır. Bu adı, Kureyş müşrikleri ile birlikte, Yahudiler, Gatafanlar ve daha bir çok Arap kabilesi ve topluluklarının Medine üzerine yürümek için bir araya gelmiş olmalarından dolayı almıştır.
Hatırlanacağı gibi, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Yahudî kabilelerinden biri olan Benî Nadir’i Medine’den sürmüştü. Onlar da Kuzeye giderek Hayber, Şam ve Vadi’l-Kura gibi mühim yerlere yerleşmişlerdi.
Bunlar Medine’den kovulmuş olmanın acısını, gittikleri yerlerde Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde menfî propaganda ve tahriklerde bulunmak, civar halkını Müslümanlar aleyhine kışkırtmak suretiyle dindirmeye çalışıyorlardı.
Benî Nadir Yahudilerinin kışkırtmaları, teşvikleri ve öncülük etmeleriyle meydana gelmesine sebep oldukları hâdiselerden biri de işte bu Hendek Muharebesidir.
Medine üzerine topluca yürüyüp, Hz. Resûlullah ve Müslümanların vücûdunu ortadan kaldırmak fikrini bu Yahudîler ortaya attılar. Zaten, Kureyş müşrikleri de böyle bir şeyi her zaman düşünüyor ve böyle bir teşebbüse her zaman hazır bulunuyorlardı. Zira, onlar Uhud Savaşından galip çıkmalarına rağmen, İslâmî gelişmeyi durduramadıklarının, Müslümanların gittikçe çoğalmasına engel olamadıklarının ve Resûl-i Ekrem Efendimizin nüfuz sahasını genişlemesine mani olamadıklarının çok iyi farkında idi. Ticâret yollarının hemen hemen bütünü kapanmış durumdaydı.1 İktisâdî yönden kendilerini yok olmakla karşı karşıya getirecek bu duruma seyirci kalmak istemiyorlardı. Rahat hareket edebilmeleri için de, Medine’deki İslâm Devletinin nüfuzunu kırmak arzu ve emelini taşıyorlardı.
Medine üzerine birlikte yürüyüp, Hz. Resûlullahın bayraktarlığını yaptığı iman ve İslâm hareketini yerinde boğma teklifi, daha evvel belirttiğimiz gibi Benî Nadir Yahudîlerinin liderleri durumunda olanlardan geldi.2
Müşriklerin lideri Ebû Süfyan, “Siz bu işte samimi misiniz?” diye sordu.
Dessas Yahudîler, “Evet,” dediler, “biz Muhammed’le çarpışma hususunda sizinle anlaşalım diye geldik.”
Ebû Süfyan bundan gayet memnun oldu ve bu memnuniyetini şöyle ifâde etti:
“Öyle ise hoş geldiniz, safâ geldiniz! Muhammed’e düşmanlıkta bize yardımcı olanlar, yanımızda en sevgili, en makbul kimselerdir!”
Sonra da samimiyetlerini ölçme babında şu teklifte bulundu:
“Ama” dedi, “siz bizim ilâhlarımıza tapmadıkça, size pek güvenemeyeceğiz!”
Menhus gayeleri uğrunda her türlü aşağılığı işleyen Yahudî heyeti, derhal putlar önünde secdeye vardılar.
Böylece Medine üzerine yürüyüp, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bayraktarlığını yaptığı imân ve İslâm hareketini yerinde boğma kararında birleşip anlaştılar.
Yahudîlerin, bile bile hakkı gizlemeleri
Mekke’ye gelen heyet, Yahudî âlimlerinden müteşekkildi. Müşrikler, hazır ayağa gelmişken onlardan bir hususu da öğrenmek istiyorlardı. Kendi aralarında, “Gelenler bilgi sahipleri ve ehl-i kitaptırlar. Biz mi, yoksa Muhammed mi daha doğru yoldadır, bunu kendilerine bir soralım” dediler.
Bunun üzerine Ebû Süfyân, onlara, “Ey Yahudî cemâatı” dedi, “sizler, kendilerine ilk semavî kitap inmiş, ilim ehli kimselersiniz.
“Muhammed’le anlaşamadığımız meseleyi açıklığa kavuşturunuz. Bizim yolumuz mu, onun dini mi daha hayırlıdır?”
Aleyhlerinde olan hakkı gizlemeyi meslek edinen Yahudîler, “Allah için söylenecekse, siz hakka ondan daha yakınsınız” demekte tereddüt göstermediler.
Bu sözler, haliyle müşrikleri fazlasıyla sevindirdi. Derhal bu kararların tahakkuku için hazırlanmaya başladılar.
Yahudîlerin müşriklere söyledikleri, gerçek dışı beyanlardı. Hakkı bile bile gizliyorlardı. Bunun üzerine inen âyet-i kerimelerde meâlen şöyle buyuruldu:
“Görmedin mi kendillerine Tevrat’tan ilim verilen o kimseleri ki, Allah’tan başka ibâdet olunan bâtıl ilâhlara ve tâğuta îmân ederler ve kâfirler için ‘Bunların yolu mü’minlerin yolundan daha doğrudur’ derler.
“Onlar Allah’ın lânetlediği kimselerdir. Allah’ın lânet ettiği kimseye ise artık hiçbir yardımcı bulamazsın.
………
“Sonra onlardan bir kısmı îmân etti, bir kısmı da yüz çevirdi. O yüz çevirenlere, alevli bir azap olarak Cehennem yeter.”1
Diğer kabilelere yapılan dâvet
Benî Nadir Yahudîleri, Mekkeli müşriklerden, beraber hareket etmek üzere söz aldıktan sonra Gatafanlarla da, Hayber’in bir yıllık hurma mahsûlünü kendilerine vermek şartıyla anlaştılar.2 Ayrıca civarda bulunan diğer Arap kabilelerine de propagandacılarını gönderdiler. Onları da Medine üzerine yürümek için ayaklandırdılar.
Bu arada, harpte başrol oynayacak olan Mekkeli müşrikler de Arap kabilelerinden bazılarını harbe iştirâk ettirmek için kiraladılar. Böylece, Yahudîlerin propaganda, tahrik ve teşvikleriyle Mekkeli müşriklerden civardaki Arap kabilelerinden, Gatafanlar ve Ahabîş kabilelerinden büyük bir ordu teşkil edildi.
Her zaman olduğu gibi hedef ve gaye tekti: Medine üzerine yürüyüp, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) vücudunu ortadan kaldırmak ve Müslümanları yok etmek!
Adı geçen kabileler, bu menfur gaye ve hedef etrafında, Hz. Resûlullah ve İslâmiyete düşmanlık derecelerine göre toplanmışlardı.
Kureyş müşriklerinin sayısı Ahabîş ve onlara katılan kabilelerle birlikte 4.000 idi. Yahudîlerin teşvik ve kışkırtmalarıyla bir araya gelenlerin sayısı ise 6.000’di. Böylece düşman ordusunun sayısı 10.000’i buluyordu. Müşrik ordusuna Ebû Süfyan bin Harb komuta etmekte idi. Orduda, 300 at, 100 deve vardı.3 Bunlar dışında diğer kabilelerden meydana gelen 6.000 kalabalığın at ve deve sayısı kesin bilinmemektedir. Bütün küfür birlikleri birleşince, komuta yine Ebû Süfyan’da kaldı.4
Huzaâ kabilesi eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizle dost geçinen bir kabile idi. Bu dostluğun başlangıcını Abdülmuttalib ile olan anlaşma ve ittifâkları teşkil ediyordu.
İşte, Kureyş müşriklerinin ciddi bir hazırlık içinde bulundukları hakkındaki raporu, bu kabileden bir süvari, normal olarak on iki günde alınan yolu, fevkâlade bir sür’atle tam dört günde katederek Medine’ye Peygamber Efendimize ulaştırdı.
Haberi alan Peygamber Efendimiz, vakit geçirmeden derhal Ashab-ı Kiramı toplayarak kendileriyle istişâre etti.
Resûl-i Ekrem, “Medine dışında düşmanla çarpışalım mı? Yoksa Medine’de kalarak müdafaa savaşı mı yapalım?” diye sordu.
Görüşmeye sunulan bu teklifle ilgili muhtelif fikirler serdedildi.
Bu arada Selman-ı Farisî, “Yâ Resûlallah! Biz Fars toprağında düşman süvarilerinin baskınlarından korktuğumuz zamanlarda, etrafımızı hendeklerle çevirip savunurduk” diye konuştu.
Teklif hem Hz. Resûlullah, hem Sahabîler tarafından makul karşılandı ve ittifakla şu karar alındı: Medine’de kalınacak ve şehrin etrafında hendekler kazılmak suretiyle düşman saldırısına karşı konulacak. Böylece muhasarada kalmak, açık arazide vuruşmaya tercih edildi.
Peygamber Efendimizin böyle bir taktiği tercih etmesinin altında, harpte az insanın öldürülmesi, az kan akıtılması gibi mühim bir gaye de yatıyordu. Aslında bu, Resûl-i Ekrem Efendimizin bütün harplerde gözden uzak tutmadığı bir prensibi idi.
Hendek kazı işine başlanması
İttifâkla şehrin dahilden müdafaasına karar verilince, hendek kazı işine Resûl-i Ekrem Efendimizin emir ve tavsiyeleri üzerine derhal başlandı. Peygamber Efendimiz, nerelerin, kimler tarafından kazılacağını bizzat tayin ve tesbit etti. Şehrin güneyinde oldukça sık bahçeler vardı. Düşmanın buradan geçebilme ihtimali çok zayıftı. Geçmeyi göze alsa dahi, yayılarak değil de, birer kol halinde geçmeye mecbur olacağından durdurulması ve bozguna uğratılması için küçük bir askerî müfreze bile kâfi gelirdi. Doğu istikametinde ise, Peygamber Efendimizle anlaşma halinde bulunan Benî Kurayza ve diğer Yahudîler ikâmet ediyorlardı. Bu sebeple hendek kazı işi, tamamen açık arazi olan şehrin kuzey tarafında yapılıyordu. Yapılan tesbitler bunu gerektiriyordu.
Bütün Müslümanlar, hattâ az çok eli iş tutabilecek çocuklar bile canla başla hendek kazıyorlardı. Kazı işine bizzat Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) katılıyor, bir an evvel tamamlanması için Müslümanların şevk ve gayretlerini her zaman canlı tutuyordu. Gönüllü Müslümanlar, bütün gün çalışıyorlar, geceyi geçirmek için evlerine dönüyorlardı. Buna karşılık Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir tepecik üzerinde kurdurduğu çadırında1 gece gündüz kalıyordu. Hem çalışmalara bizzat katılıyor, hem de çalışanlara nezaret ediyor ve mürakabesini sürdürüyordu. Kâinatın Efendisi toza toprağa, sıcağa, açlığa aldırmadan yaptığı çalışmalarında zaman zaman Müslümanların, “Yâ Resûlallah, bizim çalışmamız kâfi gelir. Sen, ne olur çalışma da istirahat buyur” tekliflerine muhatab oluyordu. Ancak Efendimiz, “Ben de çalışarak, bu sevaba ortak olmak istiyorum” cevabını vererek gayret ve sevaba nâiliyet arzusunu dile getiriyordu.
Zaman zaman da kazı ve zenbille toprak taşıma esnasında, Abdullah bin Revaha’nın, “Allah’ım sen bize doğru yolu göstermemiş olsaydın, biz ne sadaka verebilir, ne de namaz kılabilirdik. Üzerimize yürüyen kâfirler, bizim çekindiğimiz fitne ve fesadı yapmak istedikleri ve bizimle karşılaştıkları zaman, sen kalblerimize sabır ve sekinet indir, ayaklarımıza sebât ver!”2 meâlindeki kıt’aları terennüm ediyordu. Haliyle, bu gönüllü mücahidlerin gayretlerini arttırıyordu.
Müslümanlar bütün gün durmadan dinlenmeden kazı işine devam ediyorlardı. Resûl-i Ekrem onların bu hallerine şefkat ve merhametle bakıyor ve, “Allah’ım! Ahiret hayatından başka—taleb edilecek baki—bir hayat yoktur. Sen, Ensar ve Muhacirlere mağfiret eyle!” diye duâ ediyordu.
Çalışan Müslümanlar da Hz. Resûlullahın bu samimi duasına, şu içli mukabelede bulunuyorlardı:
“Hayatta olduğumuz müddetçe, Allah yolunda cihad etmek üzere Muhammed’e (a.s.m.) bîat etmiş kişileriz.”1
Kazı işi devam ediyordu. Bir ara, Sahabîler sert bir kayaya rastladılar. Onu parçalamaya uğraşırken balyoz, kazma kürek gibi bir sürü âletleri kırıldı. Yine de onu parçalamaya muvaffak olamadılar. Durumu, o sırada kıldan dokunmuş çadırının içinde dinlenmekte olan Resûlullah Efendimize haber verdiler:
“Yâ Resûlallah! Karşımıza kazı esnasında ak bir kaya çıktı. Onu bir türlü parçalayamadık! Bu husustaki emriniz nedir?”
Peygamber Efendimiz, Selman-ı Farisî’nin balyozunu aldı. “Bismillah” diyerek kayaya bir darbe indirdi. Kayanın üçte birini yerinden kopardı ve “Allahü Ekber, bana Şam’ın anahtarları verildi! Vallahi, ben şu anda Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum” buyurdu.
Sonra, yine “Bismillah” deyip kayaya balyoz ile ikinci darbeyi indirdi. Kayanın üçte biri daha parçalandı. Yine, “Allahü Ekber, bana Fars’ın anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben, Kisra’nın Medâin şehrini ve onun beyaz köşklerini görüyorum” buyurdu.
Ondan sonra üçüncü defa yine, “Bismillah” deyip balyoz ile vurdu. Kayanın geri kalan kısmını da yerinden kopardı.
Yine, “Allahü Ekber, bana Yemen’in anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben, San’a’nın kapılarını görüyorum” buyurdu.2
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, haber verdiği bütün bu fetihler Hz. Ömer ile Hz. Osman zamanında bir bir gerçekleşti. Bunları gören Ebû Hüreyre (r.a.) Müslümanlara şöyle dedi:
“Bu fetihler sizin için bir başlangıçtır. Vallahi, Allah, fethedeceğiniz veya Kıyâmete kadar fetholunacak şehirlerin hepsinin anahtarlarını önceden Muhammed’e (a.s.m.) vermiştir.”1
Orduya verilen ziyâfet
Hendek kazı işini bir an evvel bitirmek için durmadan dinlenmeden çalışan Müslümanlar, doğru dürüst yiyecek bir şeyler de bulamıyorlardı. Zira, o yıl Arabistan’da şiddetli bir kıtlık ve kuraklık hüküm sürüyordu. Medine de bu kıtlık çemberinin içindeydi.
Kazı işi devam ediyordu. Bir gün Hz. Câbir bin Abdullah evine vararak, hanımına, “Resûlullahı (a.s.m.) son derece acıkmış gördüm. Başkası olsaydı bu açlığa dayanamazdı. Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu.
Hanımı, “Vallahi, yanımda şu oğlaktan ve şu bir sa’2 arpadan başka bir şey yok” dedi.
Hz. Câbir oğlağı kesti, hanımı ise arpayı el değirmeninde öğütüp un yaptı. Eti çömleğe koydular, hamuru da mayaladılar. Et çömleğini tandıra koyup pişmeye bıraktılar.
Hz. Câbir evinden ayrılacağı sırada hanımı, “Sakın, beni Resûlullah ve yanındakilere karşı utandırma” diyerek de yemeklerin azlığını nazara vermek istedi.
Hz. Câbir, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanına gitti, “Yâ Resûlallah,” dedi, “azıcık yemeğim var. Yanına bir veya iki kişi al da yemeğe gidelim.”
Resûl-i Ekrem, “Yemeğin ne kadardır?” diye sordu.
Hz. Câbir, “Bir sa’ arpadan yapılmış ekmek ve kesilmiş bir oğlak” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz, “Hem çok, hem de güzel bir yemek” buyurdu ve ilâve etti:
“Hanımına söyle; ben gelinceye kadar, tandırdan et çömleği ile ekmeği çıkarmasın.”
Daha sonra da, “Ey hendek halkı! Kalkınız, Câbir’in ziyafetine gideceğiz” diye seslendi. Muhacir ve Ensardan orada bulunanların hepsi kalktı.
Hz. Câbir şaşkın şaşkın evine döndü. Hanımına, “Allah senin iyiliğini versin! Resûlullah (a.s.m.), yanındakilerin hepsiyle yemeğe geliyor. İnna lillahi ve İnna ileyhi Raciûn. Şimdi ne yapacağız?” dedi.
Hanımı, “Resûlullah (a.s.m.), yemeğimizin ne kadar olduğunu sana sormadı mı?” diye sordu.
Hz. Câbir, “Evet, sormuştu. Ben de söylemiştim” diye cevap verdi.
Bunun üzerine hanımı, “Mahcup olacak sensin, ben değil” diye konuştu ve sordu:
“Onları sen mi dâvet ettin, yoksa Resûlullah mı?”
Hz. Câbir, “Resûlullah (a.s.m.) dâvet etti” diye cevap verince, Hanımı, “O, senden daha iyi bilir” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kalabalık Ashabıyla Hz. Câbir’in evine geldi. Onlara, “Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz” diyerek emretti. Sahabîler onar onar içeriye girdiler.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ete ve ekmeğe bereket duâsı yaptı. Sonra Hz. Câbir’in hanımına, “Bir ekmekçi kadın çağır da seninle birlikte ekmek yapsın. Çömleğinizden de kepçe kepçe al! Sakın, çömleği tandırdan dışarı çıkarma!” dedi.
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, bundan sonra, mübârek elleriyle, tandırdan ekmeği çıkarıp parçaladı ve üzerine et koyarak Ashabına sunmaya başladı. Dâvetliler yiyip doyuncaya kadar ziyâfet böylece devam etti.
Hepsi yediği halde et ve ekmekten hiçbir şey eksilmemişti. Resûl-i Ekrem, Hz. Câbir’in hanımına, “Bu kalanı da hem kendin yersin, hem de hediye edersin. Çünkü, bütün halk açlık çekiyor” buyurdu.
Misafirlere karşı kesinlikle mahcup olacağını düşünen Hz. Câbir’in, bütün bu olanlarla ilgili şehâdeti ise şöyle idi:
“Allah’a yemin ederim ki, gelenler bin kişi idi. Hepsi de doyup kalktılar. Buna rağmen çömleğimiz hâlâ olduğu gibi kaynamakta, hamurumuzdan da olduğu gibi ekmek yapılmakta idi. Ondan biz de yedik, konu komşuya da hediye ettik.”1
Hendek kazı işinin tamamlanması
Hendek kazı işinde Sahabîlerin gösterdikleri üstün gayret, gerçekten sadakatlarının, Allah ve Resûlüne olan bağlılıklarının en açık bir delili idi. Çalışma sırasında ihtiyaçlarını görme durumunda kaldıklarında bile Peygamber Efendimizden izin almadan işlerinin başından katiyyen ayrılmıyorlardı. Bu durum elbette Sahabîye yakışır bir fedakârlık ve feragat örneği idi. Nitekim, Cenâb-ı Hak da gönderdiği âyetlerde onların gerçek mü’minler olduklarına ve eşsiz sadakatlarına şehadet ediyordu:
“Mü’minler Allah’a ve Resûlüne iman eden kimselerdir; Müslümanları ilgilendiren mühim bir iş için onunla beraber toplandıkları zaman, Peygamberden izin almaksızın oradan ayrılmazlar. Senden izin isteyenler, Allah’a ve Resûlüne imân etmiş olanlardır. Birtakım işleri için senden izin isteyenlerden dilediğine izin ver ve onlar için Allah’tan af dile. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”2
Resûl-i Ekrem ve Müslümanların ciddiyetle sarıldıkları bu işi, münafıklar ise hafife alıyorlardı. Oldukça gevşek davranıyorlar, canları istediği zaman da Resûl-i Ekremden izin alma ihtiyacı bile duymadan çekip gidiyorlardı. Zaman zaman da canlarını dişlerine takarak çalışan îman, sadakat, feragat ve gayret timsali Sahabîlerle istihza ediyorlardı. Morallerini, huzurlarını bozmak için de gülüşüyorlardı.
Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerimelerde, onların uygun olmayan bu hareketlerinden bahsederek şöyle buyurdu:
“Peygamberi, birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın. Sizden, birbirinizi siper ederek Resûlullahın huzurundan sıvışanları, şüphesiz Allah bilir. Onun sünnetine muhalefet edenler, başlarına bir belâ gelmesinden yahut pek acı bir azâbın kendilerine erişmesinden sakınsınlar.”1
Yorucu bir çalışma neticesinde, hendek kazı işi altı gün sürdü. Hendek beş arşın2 derinliğindeydi. Genişliği ise, en namlı süvarilerin dahi kolay kolay atlayıp geçemeyeceği kadardı. Sadece bir tek yeri aceleye geldiğinden dar kalmıştı. Oradan atlılar geçebilirdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz orası hakkındaki endişesini şöyle açıkladı:
“Müşriklerin buradan başka bir yerden geçip gelebileceklerinden korkmuyorum!”
Resûl-i Ekrem, çarpışma boyunca bu dar kısmı nöbet tutturup bekletecektir.
Ayrıca Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hendeğin münasip kısımlarına giriş çıkış yerleri yaptırdı. Düşman gelip hendeğin önüne karargâhını kurunca, buralara nöbetçiler dikecek ve başına da Zübeyr bin Avvam Hazretlerini tayin edecektir.
İslâm ordusu 3000 kişiden ibaretti. Bu, sayı bakımından düşman ordusunun üçte biri demekti. Sadece 36 atlı vardı. Orduda biri Muhacirlerin, diğeri Ensarın olmak üzere iki sancak bulunuyordu. Muhacirlerinkini Zeyd bin Hârise, Ensarınkini ise, Sa’d bin Übâde Hazretleri taşıyordu.1
Resûl-i Kibriyâ, karargâhını Sel’ Dağı eteklerinde kurdu. Ordunun sırtı bu dağa geliyordu. Harbe katılmayan kadın ve çocuklar ise kale ve hisarlara yerleştirildi. Yiyecek maddeleri, kıymetli ve ehemmiyetli eşyalar da yine bu hisarlarda muhafaza altına alındı.
Peygamber Efendimiz için Sel’ Dağı eteğinde deriden bir çadır kuruldu. Bu çadır bugünkü Fetih Mescidinin bulunduğu yerde idi.
Hendek, henüz yeni bitmişti ki, ovayı düşman çadırlarının kapladığı görüldü.
Düşman, karargâhını Medine’nin kuzeyinde Uhud Savaşının cereyan ettiği sahada kurdu.
Hendekle karşılaşmaları, şaşkınlıklarına sebep oldu. O âna kadar böyle bir harp plân ve taktiği görmüş değillerdi. Haliyle bu durum, daha başından itibaren morallerini sarstı.
Halbuki onlar, Medine’yi tamamen ele geçirecekleri hayal ve ümidiyle çıkıp gelmişlerdi. Eli boş dönmeyi düşünmek bile istemiyorlardı.
Mücahidler, on bin askerlik düşmanı görmekle asla korkmadılar ve tereddüt etmediler. Kur’an-ı Azîmüşşan onların bu halini şöyle tasvir eder:
“Mü’minler düşman ordularını gördüklerinde, ‘Allah’ın ve Resûlünün bize vaad ettiği nusret ve zafer budur. Allah da, Resûlü de doğru söylemiştir’ dediler. Bu, onların ancak îmânını ve Allah’a teslimiyetini arttırmıştır.”2
Benî Kurayza’nın anlaşmayı bozması
Resûl-i Ekrem Efendimiz deriden çadırında bulunuyordu. Yanında Hz. Ebû Bekir de vardı. Müslümanlar hendek kenarında düşmanı gözetlemek ve nöbet tutmakta idiler. Bu sırada Hz. Ömer, Resûlullahın huzuruna çıktı:
“Yâ Resûlallah,” dedi, “aldığım habere göre, Benî Kurayza Yahudileri anlaşmayı bozmuşlar ve düşmana yardım kararı almışlar.”
Beklenmeyen bu haber Peygamber Efendimizi oldukça müteessir etti. Halbuki, bu kabilenin reisi Ka’b ibni Esed ile anlaşması vardı. Bunun için o taraftan çok emin idi.
Üzülen Efendimizin dudaklarından şu cümleler döküldü:
“Hasbünallahü ve ni’melvekîl (Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.”1
Benî Kurayza, büyük bir Yahudi kabilesi idi ve Medine-i Münevvere dışında kuvvetli kalelerde oturuyorlardı. Resûl-i Kibriyâ Efendimizle anlaşmaları vardı. Buna göre; Medine için haricî bir tehlike söz konusu olduğu zaman Müslümanlarla birlikte şehri müdafaa edeceklerdi. Ayrıca Peygamber Efendimizden habersiz de hiçbir askerî harekâtta bulunmayacak, Kureyşli müşrikleri ve onlara yardım edenleri korumayacaklardı.2
Bu haber üzerine Peygamber Efendimiz, Zübeyr bin Avvam’ı durumu tahkik için Benî Kurayza Yahudilerinin yurduna gönderdi. Hz. Zübeyr, Kurayzaoğullarının kalelerini onardıklarını, harp tâlim ve manevraları yaptığını bizzat gördü. Gelip durumu Efendimize haber verdi. Resûlullah, bu fedakârlığı üzerine, hakkında şöyle buyurdu:
“Her Peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim de Zübeyr’dir.”1
Hz. Ömer’in verdiği haber doğruydu. Benî Nadir Yahudilerinin reisi Huyeyy bin Ahtab gelip Kurayzaoğulları reisi Ka’b bin Esed’i kandırmıştı. O da anlaşmayı bozmuştu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, durumu tekrar inceden inceye tahkik etmek ve onlara nasihatta bulunmak üzere Evs Kabilesinin lideri Sa’d bin Muaz, Hazreç Kabilesinin lideri Sa’d bin Übâde, Abdullah bin Revâha ve Havvat bin Cübeyr’i Benî Kurayza Yahudilerine şu talimatı vererek gönderdi:
“Gidiniz, bakınız; şu kavimden bize erişen haberin doğruluğunu bir kere de siz tahkik ediniz. Eğer doğru ise, onu bana halkın anlayamadığı biçimde kapalı bir dil kullanarak bildiriniz. Ben onu anlarım. Açıkça söyleyip de halkın kalbine korku ve zaaf düşürmeyiniz. Şayet, onlar aramızdaki anlaşmaya sadık bulunuyorlarsa, bunu halka açıkça ilân edebilirsiniz.”2
Bu güzide Sahabîler Benî Kurayza Yahudilerinin yurtlarına gittiler. Anlaşmayı bozmanın çirkinliğinden bahsederek onlara nasihatta bulundular. Fakat, onlar kulak asmadılar ve anlaşmayı bozduklarını açıkça ilân ettiler. Hattâ Peygamber Efendimiz hakkında ileri geri konuşacak kadar küstahlıkta bile bulundular.
Müslüman elçiler bu durumdan son derece rahatsız oldular. Kurayzaoğullarının öteden beri müttefiki olan Hz. Sa’d bin Muaz, “Sizinle cenk etmedikçe Allah canımı almasın” diye hiddetli hiddetli konuştu.
Daha sonra Müslüman elçiler geri dönüp, durumu Resûl-i Kibriyâ Efendimize kapalı bir dille arz ettiler. Peygamber Efendimiz onlara, “Haberinizi gizli tutunuz. Ancak bilene açıklayınız. Çünkü harp, tedbirden ve aldatmaktan ibarettir” diye konuştu.1
Artık Medine çepe çevre düşman tarafından sarılmış demekti. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerimde, bu hususa şöyle işâret buyurur:
“O vakit düşman orduları size hem yukarıdan, hem de aşağıdan saldırmışlardı. Öyle ki, onların dehşetinden gözler yılmış, yürekler ağızlara gelmişti. ”2
Bu esnada Kurayzaoğulları Huyeyy bin Ahtab’ı Kureyşlilere göndererek, Medine’ye geceleyin baskında bulunmak üzere müşriklerden 100, Gatafanlardan da 100 kişi istediler.
Onlar, bu kuvvetle birleşerek Medine kale ve hisarlarındaki kadın ve çocuklar üzerine baskın yapacaklardı.
Bu haber Müslümanları büyük bir telâşa düşürdü. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, derhal geceleri Medine şehrini muhafaza etmek için Zeyd bir Hârise Hazretlerini 300 askerle, Seleme bin Eslem’i de 200 askerle Medine’ye gönderdi. Bu kuvvetler, gece sokaklarda devriye gezip tekbir getireceklerdi.
Bu esnada Benî Kurayza Yahudileri bir iki baskın teşebbüsünde bulundularsa da, muvaffak olamayıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
Benî Kurayza’nın ikinci baskın denemesi esnasındaydı. On kadar Yahudi, Peygamber Efendimizin halası Hz. Safiyye’nin de içinde bulunduğu Hassan bin Sabit’in köşkünü ok yağmuruna tuttular. Hatta içeri girmeye kadar kalkıştılar. İçlerinden birisi köşkün kapısına kadar varıp içeri girmek istedi. Köşkte Hz. Safiyye ile birlikte birçok kadın ve çocuk da vardı.
Hz. Safiyye, bir Yahudinin köşkün etrafında dolaşıp durduğunu görünce, kadın olduğu bilinmesin diye başına sıkıca bir tülbent bağladı. Eline bir sırık alıp köşkten aşağı indi. Köşkün kapısını usulca açtı. Adamın arkasından yavaşça varıp, sırıkla başına bir darbe indirdi. Orada işini bitirdi. Sonra da başını kesip Yahudilere doğru fırlattı.
Bunun üzerine diğer Yahudiler korkuya kapıldılar.
“Bize, Müslümanların, âilelerini, yanlarında adam bulundurmaksızın, kimsesiz ve yalnız bıraktıkları haber verilmişti. Halbuki öyle değilmiş” diyerek dağıldılar.
Beş yüz civarında mücahidi Medine’ye gönderip şehri koruma altına alan Resûl-i Kibriyâ Efendimizin kendisi de geceleri, düşmanın oradan geçebileceği düşüncesiyle hendeğin en dar yerini bizzat bekliyordu.
Hz. Âişe der ki: “Resûlullah (a.s.m.) hendekteki gediği beklemek için gidip geldiği sırada soğuktan tir tir titriyordu. Yanıma gelip biraz ısındıktan sonra, ‘Ben, düşmanın oradan başka bir yerden geçip gelebileceğinden korkmuyorum. Keşke bu gece, Müslümanlardan biri, benim yerime orayı beklese’ buyurdu.
“O anda bir silah ve demir âleti şakırtısı işittim. Resûlullah (a.s.m.) ‘Kim o?’ diye seslendi.
“‘Sa’d bin Ebî Vakkas’ diye cevap geldi.
“Resûlullah, ‘Bu gediği sana havâle ediyorum. Orayı sen bekle’ buyurdu. Kendisi de uyudu.”
Münafıkların hendekten dağılmaları
Münafıklar, “Evlât ve iyalimizi yalnız bırakıp da burada sefâletle beklemek akıl kârı değildir” diyerek Müslümanlara şüphe ve vesvese vermeye çalışıyorlardı.
Bir kısmı ise bizzat Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna çıkarak, “Evlerimiz Medine’nin dışındadır. Duvarları da alçak olup düşman ve hırsızlara açıktır”1 diyerek hendekten ayrılma müsaadesi istiyorlardı. Peygamber Efendimiz bunların bir kısmına müsaade etti.
Aslında münafıkların maksadı böyle kritik bir anda ordudan ayrılarak Müslümanların maneviyatını bozmaktı. Bu, onların her zaman başvura geldikleri bir taktikti. Nitekim, Sa’d bin Muaz Hazretleri bir kısım münafığın Hz. Resûlullahtan (a.s.m.) müsaade istediğini görünce şöyle demekten kendini alamamıştı:
“Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme. Vallahi, biz ne zaman bir musîbete uğrasak, sıkıntıya girsek, onlar hep böyle yaparlar.”
Sonra da müsaade isteyen bu münafık grubun yanına giderek onları şöyle azarladı:
“Biz sizden her zaman böyle hareketler mi göreceğiz? Ne zaman bir musîbete uğrasak, bir sıkıntıyla karşı karşıya gelsek siz hep böyle yapar durursunuz.”1
Cenâb-ı Hak da, indirdiği vahiyle onların, bu müsaade istemede samimi olmadıklarını şöyle açıklıyordu:
“Onlardan bir topluluk da, ‘Ey Yesrib ahâlisi, burada tutunamazsınız; evlerinize dönün’ diyordu. İçlerinden bir başka topluluk ise, ‘Evlerimiz korunmasız’ diyerek Peygamberden izin istiyordu; halbuki evleri korunmasız değildi. Onların firar etmekten başka bir niyeti yoktu.”2
Harbin başlaması
Düşman, hendek arkasında çarpışmanın bir hayli zor olacağını biliyordu. Buna rağmen bütün hazırlıklarını tamamlayarak, var kuvvetiyle hücuma geçti. Fakat hendek, işlerini tahmin ettiklerinin de üstünde güçleştiriyordu. Hendeği bir türlü geçmek imkân ve fırsatını elde edemiyorlardı. Haliyle bu da ümitsizliğe düşmelerine sebep oluyordu.
Sonunda çarpışma uzaktan uzağa ok atışlarıyla devam etti. Fakat bu da, işin uzamasından başka birşeye yaramıyordu.
Düşman ordusu, hücumlarından bir netice elde edemediğini görünce Müslümanları muhasara altına almaya karar verdi. Zaten başka yapacak bir şeyleri de yoktu.
Bir ara düşman süvarilerinden bir kaçı atlarını sürüp hendeğin bahsedilen dar yerinden Müslümanlar tarafına geçmeye muvaffak oldular ve kendileriyle dövüşecek er dilediler.
İçlerinden en meşhuru Amr bin Abd-i Vedd idi. Birçok hâdiseler görüp geçirmiş, yalnız başına birçok topluluğu dağıtmış, cesur ve silahşörlükte mahir bir süvari idi. Arap kabileleri onu bir bölük süvariye denk sayarlardı. Onunla dövüşmek için fevkalâde cesaretli ve yürekli olmak gerekirdi. Bu sebeple kimse ona karşı çıkmak istemezdi.
Amr döğüşecek er dileyince, Hz. Ali, “Yâ Resûlallah, ona karşı ben çıkayım, müsaade eder misiniz?” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Sen otur, yâ Ali, gelen Amr’dır” buyurdu.
Amr, tekrar Müslümanlara meydan okudu:
“İçinizde muharebe meydanına çıkacak er yok mudur? Hani, sizin ölülerinize tayin ettiğiniz Cennet, nerede?”
Hz. Ali tekrar karşısına çıkmak istedi. Resûl-i Ekrem Efendimizin yine, “Yâ Ali, o Amr’dır” buyurarak izin vermedi.
Karşısına kimsenin çıkmadığını gören Amr, bütün bütün şımardı ve iğrenç küfürler savurarak, “Er meydanına çıkacak kimse yok mu?” diye üst perdeden bağırdı.
Hz. Ali tekrar cesaretle yerinden fırladı, “Onunla ben döğüşürüm, yâ Resûlallah!” dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yine, “Yâ Ali, o Amr’dır” buyurdu.
Hz. Ali, “Amr da olsa çıkar döğüşürüm yâ Resûlallah” dedi.
Bunun üzerine Fahr-i Alem Efendimiz, “Allah’ın Arslanı”na müsaade etti. Bizzat kendi eliyle zırhını ona giydirdi ve Zülfikâr adlı kılıcını beline bağladı. Sarığını da başına sardıktan sonra şöyle duâ etti:
“Yâ Rab! Amcam oğlu Ubeyde Bedir’de ve amcam Hamza Uhud’da şehid oldular. Yanımda bir amcazâdem Ali kaldı. Sen, onu muhafaza eyle. Ona yardımını ihsan eyle. Beni de yalnız bırakma.”1
Hz. Ali yaya olarak imanından gelen heybetle Amr’a doğru yürüdü. İki taraf da bu büyük döğüşü seyre hazır bulunuyorlardı.
Zırha bürünen Hz. Ali’nin gözlerinden başka hiçbir tarafı görünmüyordu. Amr, “Sen kimsin?” diye sordu.
Hz. Ali, “Ben Ali’yim” diye cevap verdi.
Amr bu bıyıkları yeni terlemiş olan genci karşısında bulunca bir merhamet ve hafife alma tavrı takındı.
“Amcalarından, senden başka daha yaşlı kimse yok mudur? Ben, senin kanını dökmek istemiyorum! Çünkü, baban benim dostumdu” diye konuştu.
Hz. Ali’nin ise cevabı şu oldu:
“Vallahi, ben, senin kanını dökmek isterim.”
Amr, bu cevaba kahkaha ile gülerek, “Bu ağızla bir kimsenin karşıma çıkacağı hatırıma bile gelmezdi” dedi.
Hz. Ali’nin sözleri Amr’ı çileden çıkarmaya yetmişti. Kılıcını sıyırıp atıyla onun üzerine yürüdü.
Hz. Ali, “Ben, seninle nasıl çarpışabileyim? Ben yayayım, sen atlı? Atından in de benim gibi yaya ol” diye teklifte bulundu.
Amr derhal atından indi ve hayvanı salıverdi. Öfke dolu bakışlarla Hz. Ali’nin karşısına dikildi.
Hz. Ali, “Ey Amr!” dedi. “Ben, senin Kureyşten bir kimse ile karşılaştığında, onun iki isteğinden birisini kabul edip yerine getireceğin hakkında Allah’a vaadde bulunduğunu işittim. Doğru mudur?”
Amr, “Evet” dedi.
O zaman Hz. Ali, “Öyle ise, ben seni Allah’a ve Resûlüne imana dâvet ediyor ve İslâmiyeti kabule çağırıyorum!”
Amr, “Bu, bana lâzım değil, geç bunları!” dedi.
Bu sefer Hz. Ali, “Öyle ise,” dedi, “bizimle çarpışmaktan vazgeç; yurduna dön ve buradan git.”
Amr, “Ben adayacağımı adamış ve intikam almadıkça başıma yağ ve koku sürmeyi yasaklamışımdır” diye karşılık verdi.
O zaman Hz. Ali, “O halde vuruşmaya hazır ol!” diye kükredi.
Amr, yine kahkaha ile güldü ve “Doğrusu ben, Araplar içinde benden korkmadan, benimle çarpışmak isteyecek böylesine bir kahraman bulunabileceğini tahmin etmemiştim” diye hayretini izhar etti.
Sonra da ekledi:
“Sen, henüz genç bir yiğitsin. Üstelik baban da benim dostumdu. Benimle çarpışmaktan vazgeçip dön, geri git. Seni öldürmek istemiyorum.”
Cesaret kahramanı Hz. Ali, “Ama ben, seni öldürmek istiyorum” karşılığını verdi. Hz. Ali’nin son cümlesi, Amr’ı son derece hiddetlendirmişti. Bir vuruşta Hz. Ali’nin kalkanını parçaladı. Kalkanı delen kılıç, Hz. Ali’nin alnını sıyırdı.
Hz. Ali şimşek gibi bir hızla yana sıçradı, bu sefer sıra ondaydı. Amr’ın boyun köküne Zülfikârla şiddetli bir darbe indirdi. Amr’ın başı bir tarafa, gövdesi bir tarafa düştü.
Bir anda feryad ve çığlıklar koptu. Ortalık birbirine karıştı. Hz. Ali ise, Cenâb-ı Hakkın bu muvaffakiyeti kendisine ihsan etmesinden dolayı “Allahü Ekber” diyerek tekbir getirdi. Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar da tekbir getirince bir anda her taraf tekbirlerle çınladı.
“Kılıç değil, el keser!”
O esnada, Kureyş süvari ve şâirlerinden olan Hüreyre bin Ebî Vehb, Hz. Ali ile çarpışmaya yeltendi. Fakat bir kılıç darbesi yiyince çareyi kaçmakta buldu. Bu sefer Hz. Zübeyr bin Avvam, onu takib etti. Kılıçla vurup atının eğerini kesti.
Daha sonra Hz. Zübeyr, Nevfel bin Abdullah’ın peşine düştü. Şiddetli bir darbe ile onu yukarıdan aşağıya doğru ikiye biçti.
Sonraları Hz. Zübeyr’e, “Senin kılıcın gibi kılıç görmedik” denilince şu cevabı verdi:
“Onu yapan kılıç değildir, bilektir!”
Kureyş’in diğer süvarileri dehşete kapılarak dolu dizgin kaçmaya başladılar. Hattâ Ebû Cehil’in oğlu İkrime, can havliyle kaçıp giderken mızrağını düşürmüş, onu geri dönüp almaya bile cesaret edememişti.
Bir bölüğe bedel olarak görülen Amr bin Abd-i Vedd’in mübareze meydanında düşüp kalması, Müslümanları son derece sevindirirken, müşrikleri fazlasıyla korkutup dehşete düşürdü.
Hattâ Kureyş ordusu kumandanı Ebû Süfyan, “Bugün bizim için bir hayırlı iş yok” diyerek ye’s içinde hendeğin başından çekilip karargâha gitti.
Bir gün sonra, müşriklerin tamamı, Kurayzaoğulları Yahudileriyle birlikte her taraftan Müslümanları çepe çevre sardılar ve akşama kadar durmadan onları ok yağmuruna tuttular.
Kıtlık yüzünden pek zayıf ve güçsüz düşmüş olan Müslümanlar, düşman sürüsünün böyle bir kara bulut gibi her taraftan sıkıştırması üzerine, bütün bütün mecalsiz kaldılar. Akşam olup düşman çekilince bir miktar nefes aldılar. Fakat, “Düşman, yarın yine böyle her taraftan şiddetli hücuma girişirse, hâlimiz ne olur?” diyerek herkeste bir endişe ve telâş vardı.
Münafıklar yine sahnede
Münafıklar zümresi, Müslümanların maruz kaldıkları bu sıkıntı ve kıtlığı fırsat bilerek, onların mâneviyatlarını bozucu telkinlerde bulunmaya başladılar:
“Muhammed size Kayser ve Kisranın hazinelerini va’dediyor! Halbuki, şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkudan abdest bozmaya bile gidemiyoruz!
“Va’dettiği nerede, biz nerede? Allah ve Resûlü, bize aldatıştan başka birşey va’detmiyor.”
Kur’ân-ı Kerim bu hususa da işâret eder.1
Ne var ki, münafıkların bu hâince ve dessasça telkinlerinden hiçbiri gerçek mü’minleri Hz. Resûlullahın yanından ayıramıyordu. Çünkü, onlar, Yüce Allah’ın kendilerine yardım edeceği hususundaki va’dine bütün samimiyetleriyle inanmışlardı. Allah’ın takdirine teslimiyetleri sonsuzdu. Allah ve Resûlü uğrunda her türlü musîbet ve sıkıntıya seve seve katlanıyorlardı.
Münafıklar ise, tam tersine, Medine’yi çepe çevre saran düşman ordusunun, Kâinatın Efendisi Peygamberimizle Ashab-ı Kirâmın vücudlarını ortadan kaldıracağını sanıyorlardı; hattâ bunu istiyorlardı.
Böylece bu ağır imtihanda gerçek mü’minlerle münafıklar birbirlerinden ayrılıyorladı.
Kur’an-ı Azimüşşanın konu ile ilgili şu âyeti ne kadar ibret vericidir:
“Yoksa, sizden evvelkilerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden Cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle sıkıntılar ve musîbetler erişti, öyle sarsıntılara uğradılar ki, onlara gönderilen peygamber ve yanındaki mü’minler ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek hale geldiler. Haberiniz olsun, Allah’ın yardımı yakındır.”1
Düşmanda yılgınlık
Muhasara uzadıkça uzuyordu. Müşriklerin baskın ve hücumları her defasında Müslümanlar tarafından püskürtülüyordu. Muhasaranın uzaması, her iki tarafı da büyük sıkıntı, açlık ve soğukla karşı karşıya bırakmıştı. Mahsul, harbin başlamasından bir ay kadar önce tarlalardan toplanmış olduğu için, düşman ordusunun at ve develerinin yiyecekleri de tükenmiş, hayvanlar açlıkla karşı karşıya kalmışlardı.
Bütün bunlar, düşman safında gevşekliğe, ümitsizliğe ve yılgınlığa sebep oldu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, muhasaranın uzayıp gittiğini, soğuk, kıtlık ve açlığın her gün biraz daha arttığını ve Müslümanları bütün bütün sarstığını görünce, Gatafanlıların kumandanı Uyeyne bin Hısn ile Hâris bin Avf’a şu haberi gönderdi:
“Müslümanları muhasaradan vazgeçip, yurdunuza dönüp giderseniz, Medine’nin yıllık meyve mahsulünün üçte birini veririm.”
Onlar ise, “Bize, Medine’nin yıllık hurma mahsulünün yarısı verilmelidir” dediler.
Fakat, Peygamberimiz (a.s.m.) buna yanaşmadı. Bunun üzerine üçte bire razı oldular ve bir heyet halinde Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıkıp geldiler.
Peygamber Efendimiz bu arada önce Ensarın reislerinden Sa’d bin Muaz ile Sa’d bin Ubade’nin görüşlerini öğrenmek istedi. Onlar önce, “Yâ Resûlallah! Bu sizin arzu ettiğiniz birşey midir? Yoksa, Allah’ın size emrettiği ve bizim de muhakkak yerine getirmemiz gereken birşey midir?” diye sordular.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şu cevabı verdi:
“Eğer, Allah tarafından emir alsaydım, sizinle istişâre etmez, gereğini hemen yerine getirirdim. Bu, kabul edip etmemekte serbest bulunduğunuz bir görüşten ibarettir.”
Bunun üzerine Sa’d bin Muaz Hazretleri, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Biz ve şu kavim, bir zamanlar Allah’a ortak koşar, putlara tapar, Allah’a ibadet etmez ve Onu tanımazken bile, bunlar misafirlik veya satın almak gibi durumlar dışında Medine’den tek bir hurma yemeyi ummamışlardır. Şimdi Allah, bizi İslâmla şereflendirdiği, onunla doğru yolu buldurduğu, seninle ve onunla bize kuvvet bahşettiği bir sırada mı mallarımızı bunlara haraç olarak vereceğiz?
“Vallahi, bizim için böyle bir anlaşmaya hiç ihtiyaç yoktur. Allah, onlarla aramızdaki hükmünü verinceye kadar onlara sunacağımız tek şey kılıçtır!”1
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu konuşmadan memnun oldu. Gatafan heyetine de, “Kalkıp gidiniz! Artık aramızı ancak kılıç halleder” dedi.
Bunun üzerine Gatafan heyeti Resûlullahın huzurundan ayrıldı. Yolda, Hâris bin Avf, Uyeyne bin Hısn’a şunları söyledi:
“Biz Kureyşlilere yardım maksadıyla Muhammed’e saldırmakla bir şey elde edemeyeceğiz. Vallahi, ben Muhammed’in işinin açık ve üstün bir iş olduğunu görüyor ve tahmin ediyorum. Vallahi, Hayber Yahudilerinin bilginleri, Harem halkından Muhammed’in sıfatında bir peygamberin kitaplarında yazılı bulduklarını söyler dururlardı.”
Kuşatma esnasında mücahidler büyük sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalıyorlardı. Harpten önce durmadan dinlenmeden hendeği kazmışlardı. O biter bitmez de harbe girmişlerdi. Bu bakımdan oldukça bitkin ve yorgun idiler. Ayrıca açlık sıkıntısı da çekiyorlardı. Hava da oldukça soğuktu.
Huzeyfe (r.a.), muharebenin sadece bir gecesini şöyle anlatır:
“Biz bir tarafta saf bağlamış oturuyorduk. Ebû Süfyan ve ordusu üst tarafımızda, Kurayza Yahudileri de alt tarafımızda idiler.
“Bunların Medine’deki çoluk çocuğumuza baskın yapmalarından korkuyorduk. Hiç böylesine karanlık, böylesine fırtınalı bir gece geçirmemiştik. Rüzgâr sanki ıslık çalıyor, karanlıkta hiçbirimiz uzattığı parmağını bile göremiyordu. Münafıklar, ‘Evlerimiz emniyette değildir’ diyerek Resûlullahtan izin istediler. Halbuki, evleri tehlikede değildi. İzin isteyenlerin hepsine izin verildi. İzin alanlar beklemeden sıvışıp gidiyorlardı. Biz üç yüz küsur civarında idik. Tek tek Allah Resûlünün yanında nöbet tuttuk. Sıra bana gelmişti. Üzerimde ne düşmana karşı koyacak bir kalkanım, ne de soğuktan korunmak için bir elbisem vardı. Sadece zevcemin verdiği, dizlerimi geçmeyen yün örtü vardı…”1
Muhasaranın şiddetli hücumu ve kazaya kalan namazlar
Muhasaranın devamı sırasında bir ara düşman birlikleri Resûlullahın çadırını şiddetli ok yağmuruna tutmuşlardı. Peygamber Efendimiz, üzerinde zırh, başında miğfer çadırının önünde duruyordu.
Hz. Câbir der ki:
“Müşrikler, o gün, bizimle durmadan çarpıştılar. Askerlerini takım takım ayırdılar. Halid bin Velid kumandasındaki büyük ve ağır bir fırkalarını Resûlullahın (a.s.m.) bulunduğu yere yönelttiler. O gün, gecenin geç saatlerine kadar çarpıştılar. Ne Resûlullah ve ne de Müslümanlar yerlerinden ayrılma imkânı ve fırsatını bulamadılar.”1
Çarpışma öylesine şiddetle devam ediyordu ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını bile vaktinde kılma imkân ve fırsatını bulamadı. Zâtına eziyet ve hakaret edenlere bile bedduâ etmeyen Kâinatın Efendisi, namazlarını kazaya bıraktırdıklarından dolayı, onlara şöyle bedduâ etti:
“Onlar nasıl, güneş batıncaya kadar uğraştırıp, bizi, namazımızdan alıkoydularsa, Allah da onların evlerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun.”
Daha sonra, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını Ashabıyla birlikte kaza etti.2
Her iki taraf da, açlık, yorgunluk, soğuk ve netice alamamaktan gelen sıkıntılarla bunalmıştı.
Bu sırada henüz yeni Müslüman olmuş, fakat Müslüman olduğundan ne müşriklerin ve ne de kavmi olan Gatafanlıların haberi bulunmayan Nuaym bin Mes’ud, Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. İslâma kavuşmuş olmanın şükrünü, Müslümanlara bir hizmette bulunmakla ifâ etmek istiyordu. Şu teklifte bulundu:
“Yâ Resûlallah! Ben Müslüman oldum. Kavmim olan Gatafanlıların bundan haberleri yok. Emret, istediğini yapayım.”
Peygamber Efendimiz, “Sen tek bir kişisin. Cesaretinle ne yapabilirsin ki? Maamafih yalnız başına da bir iş görebilirsin: Elinden gelirse bizi muhasara altına almış bulunan kavimlerin arasına gir de, onları birbirinden ayırmaya çalış. Çünkü harp, hilelerden ibârettir”1 buyurdu.
Hz. Nuaym kendisinden istenen hizmeti kavramıştı. “Evet, yâ Resûlallah! Bu işi yapabilirim. Fakat, gerektiğinde gerçeğe aykırı birşeyler söylememe izin vermelisin” dedi.
Peygamber Efendimiz, “İstediğini söyle, sana helâldir”2 buyurarak ona ruhsat verdi.
Hz. Nuaym, derhal yola koyuldu. Önce, Kurayzaoğullarının yanına vardı. Şüphelerini dâvet edici en ufak bir harekette bulunmadan şöyle bir konuşma yaptı:
“Şu adamın [Hz. Peygamberin] işi şüphesiz bir belâdır. Kaynuka ve Nadiroğullarına yaptığını da gördünüz.
“Kureyşliler ve Gatafanlılar Muhammed ve Ashabıyla savaşmak için buraya gelmiş bulunuyorlar. Siz de onlara yardımcı oldunuz. Halbuki, onların yurtları, malları, mülkleri, çoluk çocukları sizinki gibi burada değildir. Onlar, fırsat ve imkân bulurlarsa, Müslümanları mağlûp eder, ganimetleri toparlar. Mağlûp olurlarsa buradan savuşur giderler. Sizi, bu adamla başbaşa bırakırlar. Sizde ise, ona karşı koyacak güç ve kuvvet yoktur.
“Siz Kureyşlilerden bazılarını rehin almadıkça, asla onların yanında Muhammed’e karşı savaşmayın. Rehineler yanınızda bulunursa, kolay kolay sizi terk edip gidemezler.”3
Benî Kurayza Yahudileri, bu tavsiyeyi uygun buldular. Üstelik kendilerini ikaz ettiği için Hz. Nuaym’a teşekkür bile ettiler.
Yanlarından ayrılırken Hz. Nuaym, “Sakın anlattıklarımı kimseye söylemeyin. Gizli tutun!” demeyi de ihmal etmedi. Onlar da gizli tutacaklarına dair söz verdiler.
Benî Kurayza’nın yanından ayrılan Hz. Nuaym Kureyş müşriklerinin yanına gitti. “Sizi ne kadar çok sevdiğimi bilirsiniz. Muhammed’den ayrı olduğum da malûmunuz. Öğrendiğim birşeyi size söylemek zorundayım. Ama sır olarak saklayacağınıza yemin edin!” dedi.
“Yemin ederiz” dediler.
Hz. Nuaym, “Haberiniz olsun ki,” dedi, “Kurayzaoğulları, Muhammed’le ittifaklarını bozduklarına pişman olmuşlardır. Aralarının tekrar düzelmesi için ileri gelenlerinizden birçok kimseyi sizden rehin isteyeceklermiş ve Muhammed’le tekrar barışmak için onların boyunlarını vuracaklarmış. Bununla birlikte Nadiroğullarının da tekrar yurtlarına dönmelerine müsaade alacaklarmış!
“Şayet, Kurayzaoğulları, ileri gelen adamlarınızı rehin almak için size bir haber gönderirlerse, sakın ha eşrafınızdan bir tek kimseyi dahi göndermeyiniz.”1
Hz. Nuaym, bundan sonra kendi kabilesi olan Gatafanlıların yanına vardı ve şöyle dedi:
“Ey Gatafan topluluğu! Sizler benim kabilemsiniz. Bana en sevgili olan kimselersiniz. Yahudilerin sizlerle oldukları anlaşmayı bozduklarını ve Muhammed’le anlaşmak üzere olduklarını öğrendim. Benî Nadir’i Medine’ye kabul etme karşılığında, Benî Kurayzalılar onunla sulh edeceklermiş.”2
Hz. Nuaym, böylece, kendi kabilesini de söylediklerine inandırmayı başardı.
Hz. Nuaym’ın taktiği müsbet neticesini vermeye başladı.
Plân gereği, Benî Kurayza Yahudileri, müşriklerin ileri gelenlerinden rehin olmak üzere yetmiş kişi istediler. Onlar ise, bunu yine Hz. Nuaym’ın tâlimi üzere reddettiler. Haliyle bu durum aralarını açtı. Her iki taraf da, “Demek Nuaym’ın söyledikleri doğruymuş” diyerek aralarındaki münasebetleri kestiler.
Benî Kurayzalılar, aynı şekilde Gatafanlılardan da rehine istediler. Onlar da reddedince, plân başarı ile neticelenmiş oldu.
Son çarpışma ve Allah’ın nusreti
Müşrik ordusu son defa, var gücü ve bütün şiddetiyle hendeğin her tarafından hücuma geçti. Çarpışmalar çok şiddetli oluyordu. Karşılıklı ok ve taş atışları ile taraflar birbirlerini yıldırmak ve püskürtmek istiyorlardı.
Harbin bütün şiddetiyle devam ettiği bu nazik anda Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ridasını üzerinden yere atıp, ellerini Kadir-i Mutlak’a açarak şöyle duâ ediyordu.
“Ey Kitabı [Kur’an’ı] indiren, hesabı en çabuk gören, kavim ve kabileleri bozgunlara uğratan Allah’ım! Onlara karşı bizlere yardım et! Allah’ım Sen bu bir avuç Müslümanın helâkını dilersen, artık Sana ibadet edecek kim kalır?”1
O gün çarpışma bütün şiddetiyle devam etti. Artık hava kararmış, taraflar karargâhlarına çekilmişlerdi. Gecenin karanlığında Hz. Cebrâil (a.s.), gelerek Peygamber Efendimize düşman ordusunun bir rüzgâr ile perişan edileceğini müjdeledi. Müjdeyi alan Resûl-i Ekrem iki dizi üzerine çöktü, ellerini kaldırarak nusretini ulaştıran Cenâb-ı Hakka şükrünü şöyle takdim etti:
“Bana ve Ashabıma merhametinden dolayı, Sana hadsiz şükür ve hamd olsun Allah’ım.”
Müşrikler perişan oluyor
Cumartesi gecesi idi. Geceyle birlikte, müşrik ordusunun bulunduğu sahada dondurucu bir rüzgâr gürlemeye başladı. Bu, en soğuk kış gecelerinde esen dondurucu bir rüzgârdı. Müşriklerin gözleri toz ve toprakla doldu. Kap kaçaklar uçuşuyor, çadırlar sökülüyor, atlar, develer birbirine karışıyor, gözler birbirini göremiyordu.1
Düşmanı artık müthiş bir korku ve panik havası sarmıştı. Şaşırmışlardı. Bozgun evvelâ Kureyş müşrikleri cephesinde başladı. Askerlerden önce, komutan Ebû Süfyan devesine atladı ve “Hemen göç ediniz, işte ben gidiyorum!” diyerek Mekke’ye doğru yola koyuldu. Kureyş ileri gelenleri kendisini kınamasalardı, belki de tek başına dolu dizgin orduyu terk edip gidecekti. Kavminin ileri gelenlerinin ayıplamasına uğrayan Ebû Süfyan, tek başına gitmekten vazgeçti ve geri döndü. Ne var ki, artık orduda bozgun havası başlamıştı ve durdurulacak gibi değildi. Askeri toparlamak için gösterilen gayretler neticesiz kaldı. Sür’atle toparlanıp Mekke yolunu tutmaktan başka yapabilecekleri hiçbir şey kalmamıştı. Öyle de yaptılar.
Sadece takip edilmekten korktuklarından, henüz o sırada müşrikler safında Müslümanlara karşı savaşan Amr bin As ve Halid bin Velid, 200 kişilik bir süvari birliği ile geride kaldılar.2
Kureyş müşrikleri gerisin geri kaçınca, kendileriyle ittifak etmiş bulunan diğer kabileler de ordugâhtan ayrılıp yurtlarına döndüler.
Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara yapılan bu İlâhî yardımdan Kur’ân-ı Kerimde şöyle bahsedilir:
“Ey îmân edenler! Hatırlayın, Allah’ın size olan nimetini ki, düşman orduları size saldırdığında, Biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. O zaman Allah sizin yaptıklarınızı görüyordu.”3
Düşmanın büyük bir hezimete uğrayıp çekilmekte olduğunu gören Fahr-i Âlem Efendimiz, tebessümler arasında, yardımını gönderen Cenâb-ı Hakka hamd ve şükrettikten sonra şöyle dedi:
“Allah’tan başka ilâh yoktur! Yalnız O vardır. Allah ordusunu aziz kıldı. Kuluna da yardım etti. Tek başına da Arap kabilelerine galebe etti!”1
Müşrik ordusunun hiç bir müsbet netice alamadan eli boş döndüklerini, Kur’an-ı Kerim bize şöyle haber verir:
“O kâfirler umduklarından hiçbirisine erişemeden Allah onları öfkeleriyle birlikte geri gönderdi. Mü’minlere de savaşı kendilerinden uzaklaştırmak için Allah’ın yardımı kâfi geldi. Allah dilediğini yapmaya kàdirdir; Onun kudreti herşeye galiptir.”2
Zafer Müslümanların
Bir ay kadar süren çetin bir çarpışma ve muhasara, böylece, Allah’ın yardımıyla sona ermişti. Düşmanlar perişan edilirken, Müslümanlara da rahat bir nefes alma imkânı doğmuştu. Küffâr ordusunun bu dönüşü artık bütün dönüşlerin başlangıcı sayılacaktı. Bundan böyle Müslümanlar üzerine yürüme cesaretini kendilerinde bulamayacaklardı. Zira, Bedir, Uhud ve Hendek gibi üç büyük savaşta mü’minlerin ne derece kuvvetli olduklarını ve onları bundan böyle mağlup etmenin kolay olmayacağını anlamış oluyorlardı.
Gerisin geri dönen müşrik ordusunda hakim hava ümitsizlik, keder ve üzüntü iken, mü’minler arasında tam bir bayram havası yaşanıyordu. Herkes memnun ve mesrûrdu. Bunca yorucu çalışma, sebât ve cesaretle çarpışmanın neticesini böylesine güzel bir surette elde etmekle, gönül huzuru içinde Rablerine hamd ve şükür ediyorlardı.
Hz. Resûlullahın şu müjdesi ile sevinçlerini kat kat arttırıyordu:
“Bundan sonra biz gidip onlarla çarpışacağız. Artık onlar, gelip bizimle çarpışamayacaklar.”1
Resûl-i Ekremle birlikte mücahidler bayram havası içinde, Hendek’ten şehre döndüler.
Bu muharebede mücahidler yedi şehid vermişlerdi.
Kâfirlerden ise dört ölü vardı. Şehid olan Sahabîlerin hepsi de Ensardandı.
* * *
Benî Kurayza Gazâsı
Hicretin 5. senesi. (Milâdî 627) Benî Kurayza Yahudilerinin Peygamber Efendimizle olan anlaşmalarına göre, Hendek Muharebesinde düşman tarafından sarılan Medine’yi Müslümanlarla elele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu.1 Fakat, bunu yapmadılar. Üstelik anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nâzik safhasında müşriklerle işbirliğine giriştiler.
Peygamber Efendimizin tahkik ve sulh için gönderdiği heyete hakarette bulundular ve, “Resûlullah da kim oluyormuş? Muhammed’le aramızda ne ahid vardır, ne de akid” dediler. Hattâ daha da ileri giderek Peygamber Efendimiz için küstahça sözler bile sarfettiler.2
Bununla da yetinmediler. Medine üzerine baskınlar düzenleyerek, Müslüman âile ve çocukları kılıçtan geçirme teşebbüsüne bile kalkıştılar. Bu hareketleriyle Müslümanları, harp endişesinden daha büyük bir telâş ve endişeye düşürdüler. Bu, Peygamber Efendimizin kendilerine lütufkâr davranmasına karşı açık bir nankörlük ve hıyânetti.
Hendek Muharebesinde 10 bini bulan düşman ordusu büyük bir hezimete uğrayarak geri çekilmişti. Harpte müşrikler yanında yer alan Kurayzaoğulları da hayal kırıklığı içinde Medine’ye iki saatlik mesafede bulunan sağlam kalelerine çekilmişlerdi.
Giriştikleri hâince hareketin farkında idiler. Bu sebeple, Resûl-i Ekremin her an üzerlerine yürümesinden endişe duyup korkuyorlardı.
Cebrâil’in (a.s.) getirdiği emir
Nitekim, Müslümanlar Medine’ye henüz yeni dönmüşlerdi ki, Cebrâil (a.s.) Resûl-i Ekreme şu emri getirdi:
“Yâ Muhammed! Yüce Allah, sana, Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor!”1
Resûl-i Ekrem Efendimiz, silahını yeni çıkarmış, temizliğini henüz bitirmişti. Derhal Hz. Bilal’i çağırtarak, bütün Müslümanlara şunu nidâ etmesini emretti:
“İşiten ve Allah’ın emrine itaat edenler, ikindi namazını Benî Kurayza yurdunda kılsın!”2
Bu dâveti duyan Müslümanlar da bir anda toplandılar.
Peygamberimiz sancağı Hz. Ali’ye teslim ederek ordudan önce onu yola çıkardı. Abdullah bin Ümmi Mektûm’u ise Medine’de yerine imam bıraktı.3
İslâm ordusu 3000 kişiden ibaretti. İçlerinde 36 süvari vardı. Ordu, Resûlullahla olan anlaşmasını en nazik bir zamanda bozan, vatana hıyânet eden, düşmanla işbirliğine girişen Benî Kurayza Yahudilerine hak ettikleri cezayı vermek üzere yola çıkıyordu.
Ordudan önce yola çıkarılmış olan Hz. Ali, Kurayzaoğulları kalelerine yaklaşarak, sancağı kalenin dibine dikti. Bu esnada Yahudilerden bazı nâhoş sözler duydu. Kurayzaoğulları, Peygamber Efendimiz hakkında ağır laflar ediyor, ileri geri küstahça konuşuyorlardı.
Bu davranışlarıyla giriştikleri hâinlikten pişmanlık duymadıklarını açık açık belli ediyorlardı.
Hz. Ali, sancağı bir başka Sahabîye teslim ederek geri döndü. Yolda Peygamber Efendimizi karşıladı. Onun bu sözleri işitip de üzülmesini istemiyordu.
“Yâ Resûlallah,” dedi, “şu şirret adamların yakınına kadar varmasan, olmaz mı?”
Resûl-i Ekrem, “Neden?” diye sordu.
Hz. Ali, Yahudilerden işittiği nahoş sözleri tekrarlamaktan utanıp sustu.
Peygamber Efendimiz: “Herhalde, sen, onlardan beni üzecek birtakım sözler işitmişsindir” deyince Hz. Ali, “Evet, yâ Resûlallah” karşılığını verdi.
O zaman Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“Musa Peygamber, bundan daha ağırıyla karşılaşmış, daha çok üzülmüştü.
“Git! O Allah düşmanları, beni görecek olurlarsa, söylemiş oldukları çirkin sözlerden hiçbirini söyleyemeyeceklerdir!”1
Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahidlerle Benî Kurayza Yahudilerinin kalelerinin dibine kadar vardı. Oradan Yahudi ileri gelenlerinin isimlerini birer birer zikrederek onlara şöyle seslendi:
“Ey Allah’ın gazabına uğrayarak maymuna çevrilmiş olanların kardeşleri! Allah sizi hor, hakîr kıldı mı ve belâsını, cezasını üzerinize indirdi mi? Demek siz bana kötü söz söylediniz öyle mi?”
Yahudi ileri gelenleri süt dökmüş kediye dönmüşledi:
“Yâ Ebâ’l-Kasım! Sen, sözünü bilmezlerden değilsin! Musâ’ya indirilmiş olan Tevrat’a yemin ederiz ki, biz sana hiçbir kötü laf sarfetmedik” diyerek söylediklerini inkâr ettiler.2
Benî Kurayzalıların muhasaraya alınması
Benî Kurayza Yahudileri, cürüm üzerine cürüm işlediler. Peygamber Efendimiz ve mücahidleri iyi bir şekilde karşılamak yerine, onlar hakkında ileri geri konuştular, söylenmeyecek laflar ettiler. Bu, onların teslim olmayıp mukavemet edeceklerinin ifadesi idi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, önce mücahidlere onları oka tutmalarını emretti. Mücahidler onlara ok yağdırmaya başladılar. Kurayzaoğulları da kalelerinden Müslümanların üzerine en şiddetli bir şekilde ok yağdırıyorlardı. Böylece, Kurayzaoğulları muhasara altına alınmış oluyorlardı.
Görünüşte Hz. Resûlullah ve Müslümanların yanında bulunan, hakikatta ise daima İslâm düşmanlarıyla gizliden gizliye işbirliği yapan münafıklar, muhasara esnasında Kurayzaoğullarına gizlice şu haberi gönderdiler:
“Sizler teslim olmayınız! Medine’den çıkıp gidin deseler de, çıkıp gitmeyiniz!
“Onların istediklerini kabul etmeyip çarpışmayı sürdürürseniz, biz size hem canımız hem silahlarımızla yardıma söz veriyoruz.”
Haliyle gizlice gelen bu haber Kurayzaoğullarına bir cesaret verdi. Karşı koymaya devam ettiler.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), herşeye rağmen muhasarayı kaldırmıyordu. Müslümanları da cihâda ve sıkıntılara katlanmaya teşvik edici konuşmalar yapıyordu.
Benî Kurayzalılar, muhasaranın uzadığını görünce, sıkılmaya başladılar. Münafıklardan da herhangi bir yardım gelmeyince bütün bütün maneviyatları sarsıldı. Büyük bir korkuya kapıldılar. Bunun üzerine görüşme isteğinde bulundular. Resûl-i Ekrem Efendimiz istediklerini kabul etti.
Peygamber Efendimizle görüşmek ve konuşmak üzere içlerinden Nabbaş bin Kays’ı gönderdiler. Nabbaş, “Yâ Muhammed!” dedi, “Benî Nadir Yahudilerinin teslim olmalarındaki gibi kanımızı dökme, mal ve silahlar senin olsun! Kadınlarımız ve çocuklarımızı alıp memleketinden çıkıp gidelim. Her cins silah hariç olmak üzere, her âile için bir devenin taşıyabileceği gerekli eşyayı götürmemize müsâade et!”
Peygamber Efendimiz, “Hayır, bu teklifi kabul edemem” buyurdu.
Nabbaş ikinci olarak şu teklifi yaptı:
“Öyle ise kanımızı bize bağışla. Sadece kadınlarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim. Malları olduğu gibi bırakalım!”
Peygamber Efendimiz, “Hayır,” dedi, “kayıtsız, şartsız, benim hükmüme itaat edip teslim olmaktan başka hiçbir çareniz yoktur!”
Nabbaş, me’yus ve perişan bir halde, kavminin yanına döndü. Olup bitenleri olduğu gibi anlattı.
Ka’b bin Esed’in teklifleri
Ka’b bin Esed, onların reislerinden biri idi. Bütün bu olup bitenlerden sonra durumu açık seçik anlamıştı.
“Ey Yahudi topluluğu!” dedi. “Görüyorsunuz ki, bir felâketle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.
“Size, üç ayrı teklifim olacak. Onlardan istediğinizi kabul edebilirsiniz.”
Benî Kurayzalılar merakla, “Nedir o tekliflerin?” diye sordular.
Ka’b tekliflerini sıralamaya başladı:
“Birinci teklifim: Şu adama tâbi olalım ve onun peygamberliğini kabul edelim!
“Vallahi, onun Allah tarafından gönderilmiş, kitabınızda sıfatlarını yazılı bulduğunuz peygamber olduğu sizce de malûm olmuştur.
“Ona iman edecek olursanız, kanlarınız, mallarınız, çoluk çocuğunuz kurtulmuş olur!
“Ona tâbi olmayışımızın tek sebebi, Araplara karşı duyduğumuz kıskançlık ve onun İsrailoğullarından gelen bir peygamber olmayışıdır! Halbuki bu, Allah’ın bileceği bir iştir.
“İbni Hıraş’ın yanınıza geldiği zaman size söylediği şeyleri hatırlamıyor musunuz? O, ‘Ben, Şam gibi her türlü yiyeceği, içeceği bol olan bir yeri terk edip su kırbası, hurma ve arpadan başka birşeyi bulunmayan bir yere geldim’ demişti. ‘Bununla başka neyi kastetmek istiyorsun?’ diye sorulunca da o; ‘Mekke’den bir peygamber çıkacaktır. O zaman sağ olursam ona tâbi olur ve ona yardım ederim. Eğer, benden sonra gelirse, ona karşı hîle ve aldatma yoluna başvurmaktan sakınınız! Ona tâbi olup dostları ve yardımcıları olunuz’ dememiş miydi?”
Benî Kurayza Yahudileri, “Hayır,” dediler, “biz, bizden başkasına tâbi olmayız. Biz kitap sahibi bir cemâatız!”
Kâ’b, bu teklife kimsenin yanaşmadığını görünce, ikinci teklifini yaptı:
“O halde size ikinci teklifim şudur: Geliniz, çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim. Tâ ki aramızda herhangi bir ağırlık kalmış olmasın. Sonra da kılıçlarımızı sıyırıp Muhammed’le Ashabının üzerine yürüyelim. Allah, onunla aramızda kesin hükmünü verinceye kadar çarpışmaya devam edelim. Ölürsek, zaten arkamızda bıraktığımız bir nesil yok! Şayet, galip gelirsek yeniden evlenir, evlâtlar yetiştiririz.”
Kurayzaoğulları bu teklifi de uygun görmediler.
O zaman Kâ’b, üçüncü teklifini arz etti:
“Size üçüncü teklifim şudur: Bu gece Sebt (Cumartesi) gecesidir. Bu gece, Muhammed ve Ashabı, bizim kendilerine karşı herhangi bir harekette bulunmayacağımızdan emin ve gafil bulunabilirler. O halde hemen kalelerimizden aşağı inelim. Onları ansızın vurabiliriz.”
Kurayzaoğulları bu teklife de şu cevabı verdiler:
“Biz, Sebt günü çalışma yasağını nasıl bozabiliriz. Bizden önce, Sebt (Cumartesi) gününe hürmetsizlikten dolayı maymun ve domuzlara çevrilen belli kimselerden başka, hiç kimsenin ihdas etmediği birşeyi biz nasıl ihdas edebiliriz?”
Kâ’b’ın bütün bunlardan sonra son sözleri şunlar oldu:
“İçinizden hiçbir kimse, doğduğundan şu âna kadar, bir gece bile tedbirli ve doğru görüşlü olarak gününü geçirmemiştir.”1
Bunların Müslüman olmasına sebep, yıllar önce kendilerini ziyaret eden İbni Heyyiban’ın konuşmasıydı.
Aralarında bundan sonra bir kargaşalık başladı. Birbirlerine ileri geri lâflar sarfettiler. Bir taraftan da kadınlar ve çocuklar ağlaşıp duruyorlardı. Yahudiler yaptıklarından son derece pişman oldular.
Bu sırada iki kardeş olan Sa’lebe ile Esid bin Sâ’ye ortaya çıkıp, Kurayzaoğullarına şu nasihatta bulundular:
“Ey Kurayzaoğulları! Vallahi, siz gayet iyi biliyorsunuz ki Muhammed Allah’ın Resûlüdür.
“Onun vasıflarını bize hem kendi âlimlerimiz, hem de Benî Nadir âlimleri söylemişlerdir. Onlardan biri, hepimizin çok sevdiği İbni Heyyiban’dı. O öleceği sırada, bu Peygamberin sıfatlarını bize haber vermişti” dediler
Benî Kurayza Yahudileri, “Hayır! Bu, o gelecek peygamber değildir” diyerek hakkı bile bile inkâr ettiler.
Fakat, Sa’yeoğulları söylediklerinden vazgeçmediler. Bu inançlarını pervasızca tekrarladılar:
“Vallahi,” dediler, “bu gelecek olan o peygamberin sıfatındandır! Allah’tan korkunuz da, ona iman ediniz!”1
Kurayzaoğulları kıskançlıklarının esiri olmuşlardı. Peygamber Efendimizin nübüvvetini tasdik etmeye niyetli görünmüyorlardı.
Bunun üzerine iki delikanlı olan Sa’lebe ve Esid’le amcalarının oğlu Esed bin Ubeyd kaleden inip, Müslüman oldular.2
İbni Heyyiban Şamlı bir Yahudi idi. Âlimdi. İslâmın gelişinden iki yıl önce Benî Nadir Yahudilerine gelip misafir olmuştu.
Aralarında bir müddet yaşadıktan sonra ölüm döşeğine düşmüştü. Vefât edeceğini anlayınca, “Ey Yahudi cemâatı! Ben, buraya ne için geldim, bilir misiniz?” diye sormuştu.
Yahudiler, “Sen, daha iyi bilirsin” demişlerdi.
Bunun üzerine İbni Heyyiban geliş maksadını şöyle anlatmıştı:
“Ben, bu memlekete, sadece gelme zamanı çok yaklaşmış bulunan ve buraya hicret edecek olan o peygamberi görmeye geldim! Umarım ki, o çok yakında gelecek ve ben de ona tâbi olacağım.
“Ey Yahudi cemâatı! Ona tâbi olmakta herkesten önce davranmalısınız.”3
Ölüm döşeğinde Peygamber Efendimizin geleceğini müjdeleyen İbni Heyyiban, umduğuna erme imkânı bulamadan orada hayata gözlerini yummuştu.4
Benî Kurayza Yahudileri, yirmiş beş gece süren muhasaradan sonra, başka çare kalmadığını anlayarak teslim olmayı kabul ettiler. Haklarında hüküm vermek üzere de Peygamber Efendimizden bir hakem tayin edilmesini istediler.
Peygamberimiz, “Ashabımdan istediğinizi hakem olarak seçiniz” buyurdu.
Kurayzaoğulları, “Biz, Sa’d bin Muaz’ın vereceği hükme göre teslim oluruz” dediler.
Peygamber Efendimiz, “Pekâla! Sa’d bin Muaz’ın hükmüne göre teslim olunuz” buyurdu.1
Hendek Muharebesinde yaralanan Hz. Sa’d bin Muaz o sırada tedavisine bakılması için, Mescid-i Nebevîde kurulan bir çadırda bulunuyordu. Evsli Müslümanlar, onu alıp Hz. Resûlullahın huzuruna getirdiler.
Efendimiz şöyle buyurdu:
“Ey Sa’d! Bunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabul ettiler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla.”
Hz. Sa’d, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Ben, iyi biliyorum ki; Allah sana, onlara yapacağın muâmele hakkında bir emir vermiştir. Sen, Allah’ın sana emrettiğini yap!”
Peygamber Efendimiz, “Evet, öyledir! Fakat, sen de onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla” dedi.
Hz. Sa’d, “Yâ Resûlallah! Onlar hakkında, Allah’ın hükmüne uygun hüküm veremem diye korkuyorum” diye cevap verdi.
Peygamberimiz ısrar etti, “Sen, onlar hakkında hükmünü ver!”2 buyurdu.
Benî Kurayza Yahudileri, eskiden beri Evslilerin müttefikleri idiler. Bu sebeple, Hz. Sa’d onlardan söz almak istedi:
“Kurayzaoğulları hakkında vereceğim hükmü kabul edeceğinize dair bana Allah’ın ahd ve misakıyla söz veriyor musunuz?” diye sordu.
Evsliler, “Evet, söz veriyoruz” dediler.
Hz. Sa’d, onlara hakem olması hasebiyle, Peygamber Efendimizden de bu hususu sorması gerekiyordu. O sırada Peygamber Efendimiz, bazı Sahabîlerle bir tarafta oturuyordu. Hz. Sa’d, Efendimize olan derin hürmetinden dolayı, bizzat ismini zikredip sormaktan hâyâ duydu. Yüzünü başka tarafa çevirerek, “Şurada bulunan zât da bu yolda vereceğim hükmü kabul buyuracağına dair bana, Allah’ın ahd ve misakıyla sizin gibi söz veriyor mu?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet” diye cevap verdi.
Bundan sonra Hz. Sa’d’ın emri üzerine Kurayzaoğulları kalelerinden indiler. Silahlarını bırakıp teslim oldular.
Hz. Sa’d bin Muaz bütün bunlardan sonra hükmünü şöyle açıkladı:
“Ben, onlar hakkında büluğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulmasına; malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim.”
Peygamber Efendimiz, Hz. Sa’d’ı bu hükmünden dolayı tebrik ve takdir ederek, “Sen, onlar hakkında, Allah Teâlâ’nın yedi kat gökler üzerinde verdiği hükmüne uygun hüküm verdin” buyurdu.1
Hakikaten de, Hz. Sa’d bin Muaz’ın Kurayzaoğulları Yahudileri hakkında verdiği hüküm, Hz. Musâ’nın şeriâtındaki hükme uygundu. Tevrat’ta bu hüküm şöyle açıklanmıştır:
“Bir şehre harb için yaklaştığında, onu sulha dâvet edesin. Ve eğer sana sulh cevabını verip, sana kapılarını açarsa, içinde bulunan kavmim hepsi sana haraç verip, hizmet etsinler.
“Lâkin, eğer senin ile musalaha etmeyip harp eder ise, onu muhasara edesin.
“Ve, Allah’ın, onu senin eline teslim ettikte erkeklerin hepsini kılıçtan geçiresin.
“Amma, kadınlar ile çocukları ve hayvanları ve bütün ganimeti, yani o şehirde bulunanların hepsini yağma edip Allah’ın sana verdiği düşmanlarının ganimetlerini yiyesin.”1
Benî Kurayza Yahudileri, Tevrat’ın bu hükmüne uygun olarak kendilerine verilen cezaya bilmecburiye rıza gösterdiler.
Peygamber Efendimizin emriyle, büluğ çağına ermiş erkeklerin elleri bağlandı. Bütün eşyaları bir araya toplandı. Eli bağlı erkekler, mallar ve davarlar Medine’ye getirildi. Ganimetler bir eve kondu. Davarlar ise, etrafa yayılmaya bırakıldı. Daha sonra ganimetlerin beşte biri Beytü’l-Mâl’e yani devlet hazinesine tahsis olundu. Kalanı mücahidler arasında pay edildi.
Verilen hüküm gereği erkeklerin boyunları vuruldu. Muhasara sırasında kaleden aşağıya taş bırakarak bir Sahabînin şehid olmasına sebep olan Nübâte adındaki bir kadına da kısas uygulandı.
Bu arada birkaç kişi de affa uğradı. Bunlar, daha önce Müslümanlara bazı iyiliklerde bulunmuşlardı. İyilik gören Sahabîler, onların affını isteyince, Resûl-i Ekrem de onları affetti.
Böylece, Medine’nin etrafı, muzır unsurlardan temizlenmiş oluyordu. Hz. Resûlullah ve Müslümanlar, bu hâdiseden sonra uzun müddet huzur ve sükûn içinde yaşadılar ve harpsiz bir devir geçirdiler.
* * *
Hicretin Beşinci Senesinin Mühim Diğer Hâdiseleri
Müzeynelerin Müslüman olmaları
Medine yakınlarındaki ikâmet etmekte olan Müzeyne Kabilesinden 10 kişilik bir heyet Medine’ye gelerek Resûl-i Ekrem Efendimizin huzurunda Müslüman oldular.
Heyetin başında Huzâî bin Abd-i Nühm bulunuyordu. Huzâî Müslüman olup Peygamber Efendimize bîat edince yurduna döndü ve kavmini Müslüman olmaya dâvet etti. Müzeyneler, “Biz senin sözüne itaat ederiz” diyerek Müslüman oldular ve Medine’ye bir heyet gönderdiler.
Hicretin 5. yılı Receb ayında Müzeynelerin Mudar kolundan Müslüman olmak üzere Medine’ye gelenlerin sayısı dört yüzdü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onları yurtlarında ikâmet etmelerine rağmen Muhacirler sınıfından saydı ve “Siz nerede olursanız olunuz, Muhacirsiniz. Muhacirler şerefini hak ettiniz. Mallarımızın başına dönünüz” buyurdu.
Bu emir üzerine Müzeyneler yurtlarına döndüler.1
Selmân-ı Farisî’nin kölelikten kurtarılması
Selmân-ı Farisî Hazretleri daha önce Yahudilerin kölesi idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bir gün kendisini çağırarak, “Ey Selmân! Kendini kölelikten kurtarmak için efendinle pazarlık yap anlaş” dedi.
Hz. Selmân, efendisine durumu arz edince, o, “Üç yüz hurma fidanını diker ve ayrıca kırk ukiyye (bin altı yüz dirhem) altın verirsen azad ederim” dedi.
Bunun üzerine Hz. Selmân, Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına gelip durumunu arz etti.
Peygamber Efendimiz Ashabına, “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu.
Bu emir üzerine Sahabîler bir anda kendi aralarında üç yüz hurma fidanını topladılar.
Hurma fidanları toplanınca Peygamber Efendimiz, “Ey Selmân! Git de şu fidanlar için çukurlar kaz! Bitirince de gelip bana haber ver. Ben onları kendi elimle dikeyim!” diye ferman etti.
Sahabîlerin de yardımıyla Hz Selmân çukurları kazıp bitirince, Efendimize gelip durumu haber verdi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bizzat mübârek eliyle biri müstesnâ, diğer hurma fidanlarını dikti. O sene zarfında Efendimizin diktiği bütün fidanlar hurma verdi. Yalnız, başkasının diktiği bir tek fidan hurma vermedi. Peygamber Efendimiz onu da çıkardı, yeniden dikti. O da meyve verdi.
Böylece Hz. Selmân, Benî Kurayza Yahudilerinden olan Efendisine hurma ağaçları borcunu ödemiş oldu.1
Hurma ağacı borcunu ödeyen Hz. Selmân’ın sadece altın borcu kalmıştı. Bunu da bizzat Hz. Selmân şöyle anlatır:
“Resûlullah (a.s.m.), gazâların birinden tavuk yumurtası kadar bir altın külçesi getirmişti. Beni huzuruna çağırttı ve ‘Ey Selmân! Bunu al, borcunu öde’ buyurdu.
“Ben Yâ Resûlallah dedim, bu kadarcık altın parçası ile borcum ödenmez ki deyince, “Külçeyi eline alıp tükürüğünü sürdü ve ‘Al bunu! Allah, senin borcunu bununla ödeyecektir!’ buyurdu.
“Bunun üzerine ondan aldığım altın parçasını tartıp alacaklıya verdim. Borcum olan kırk ukiyyeyi (bin altı yüz dirhem) verdikten sonra o tavuk yumurtası kadar olan altın parçası eskisi gibi bana kaldı!”1
Ensardan Sa’d bin Muaz Hazretleri vefât etti
Sa’d bin Muaz Hazretleri Ensarın en üstün fazilete sahip şahsiyetlerinden biri idi. Mus’ab bin Umeyr Hazretleri Resûl-i Kibriyâ Efendimizin emriyle Medine’ye Kur’an öğretmek üzere geldiği zaman Müslüman olmuştu. Müslüman olduğunu duyan Abdü’l-Eşheloğullarından kadın, erkek hepsi de o gün Müslüman olmuşlardı.
Bu kahraman ve fedakâr Sahabî, Hendek günü kolundan bir okla vurulmuş, kolunun damarı kesilmişti. Yarası ağır ve ızdırap verici idi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu kahraman Sahabî yaralandığı zaman ona Allah rızası için yaralıların tedavisi ile meşgul olan Ensar kadınlarından Rüfeyde adındaki hâtunun çadırında yer ayırtmıştı.
Kurayzaoğulları hakkında hüküm vermesinden kısa bir müddet sonra bu ağır yarası tekrar deşildi ve çok geçmeden de Hicretin beşinci yılında 37 yaşında şehid olarak vefât etti.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ve Müslümanlar vefâtından son derece müteessir oldular. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“Sa’d bin Muaz’ın vefâtıyla Arş-ı Âlâ titredi ve cenazesinde yetmiş bin melek hazır bulundu.” Hz. Sa’d’ın cenaze namazını da bizzat Peygamberimiz kıldırdı.2
Hz. Âişe der ki:
“Resûlullah (a.s.m.) ile iki Sahabîsinden (Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer) sonra, vefâtı Müslümanlara, Sa’d bin Muaz’dan daha ağır gelen bir kimse yoktu.”1
Muğire bin Şu’be Müslüman oldu
Muğire bin Şu’be dört Arap dâhisinden biri idi. Belli ve büyük meseleleri halletmede son derece mâhirdi. İri yarı ve heybetli bir zattı.
Hendek Savaşı yılında Müslüman oldu ve Muhacir olarak Medine’ye geldi.
Medine’de zelzele ve ay tutulması vuku buldu
Hicretin beşinci yılında Medine’de zelzele oldu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Rabbiniz, sizi razı olacağı duruma döndürmek istiyor. O halde siz de, Onun rızasını dileyiniz.”2
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu ifadeleri, yeryüzü ile üzerinde yaşayan insanların hareketleri arasında münasebetin bulunduğunu ortaya koyuyor ve dünyanın hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir altında deprendiğini beyan ediyordu!
Yine hicretin 5. yılı Cemaziyelâhir ayında ay tutuldu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ay tutulması geçinceye kadar, husûf namazı3 kıldırdı.4
Cahiliyye Devrinde insanlar, “Güneş ve ay, ancak yeryüzü halkının büyüklerinden bir büyük için tutulur” bâtıl inancını taşırlardı.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şu sözleriyle bunun doğru olmadığını açık bir şekilde ifade etti:
“Şüphesiz ki, güneş ve ay, hiç bir kimsenin ölümü veya doğumu sebebiyle tutulmazlar.
“Onlar, Allah’ın kudret ve azametini gösteren alâmetlerden iki alâmettir!
“Siz onların tutulduğunu gördüğünüz zaman, namaza durunuz!”1
Peygamberimiz bu sözleriyle Cahiliyye Devri insanlarının bu bâtıl inançlarını değiştirmiş, güneş ve ay tutulmalarının Allah’a ibâdet vakti olduğunu beyan buyurmuşlardır. Bu vakitlerde insanlar, boş şeylerle değil, Allah’a ibâdet ve tâatle meşgul olmaları gerektiğini ifâde etmişlerdir.
Şurası da unutulmamalıdır ki, ibadet ve duânın sebebi ve neticesi emir ve Allah’ın rızasıdır, faydası ise âhirete aittir. Eğer namaz ve ibâdetten dünyevî bir maksat niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz batıl olur. Bu sebeple, güneş ve ay tutulmaları halinde, onların açılması niyetiyle ve kasdıyla namaz kılınmaz. Belki, güneş ve ayın tutulması zamanları bu çeşit ibadetin vakitleri olarak bilinmeli ve sırf Allah’ın rızası kasdedilerek namaz kılınmalıdır.2