Kurban ibadetinin Tarihçesi

Kurban ibadetinin Tarihçesi

Hz. İbrahim’in karısı Sara’dan çocuğu olmuyordu. Tanrı’dan bu konuda yardım istedi. Rüyasında, Tanrı bu isteğinin yerine geleceğini, zürriyetinin gökteki yıldızlar kadar çok olacağını bildirdi. (Tevrat, Tekvin 15/1-5)
Sara, Hz. İbrahim’i, Mısırlı cariyesi Hacar ile evlenmeye ve ondan çocuk sahibi olmaya ikna etti. “Ve Hacar İbrahim’e bir oğul doğurdu; adını İsmail koydular.” (Tevrat, Tekvin 16/15)
Bir süre sonra Hz. İbrahim’in Sara’dan da bir oğlu oldu; adına İshak ismini verdiler.
Ve Tanrı, Hz.İbrahim’i sınamak istedi.
“Allah İbrahim’i deneyip ona dedi: ‘Ey İbrahim! Sevdiğin biricik oğlunu, İshak’ı, al ve Moriya diyarına git, dağların biri üzerinde onu kurban olarak takdim et.” (Tevrat, Tekvin 22/1-2)
(Tevrat’ta ve İncil’de, Hz. İbrahim’in, ilk karısı Sara’dan olma oğlu İshak’ı kurban için seçtiği belirtilir. Kur’an’da ise hangi oğlunun seçildiği belirtilmez. Fakat Anadolu Müslüman halkına göre kurban; İsmail’dir.)
Sonuç olarak, Hz. İbrahim’in oğlunu kurban olarak sunma girişimi Tanrı tarafından takdir edildi ve Hz. İbrahim oğlu yerine koç kurban etti.
Benzerini cahiliye döneminde Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib de yaşadı; adak adadığı oğlu Abdullah’ı kurban etmek istedi! Şöyle…
Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib oğlu Abdullah’ı neden kurban etmek istedi? Araya
kimler girdi? Cahiliye döneminde Araplar neye insan kurban ederdi? İnsanoğlu kaç bin yıldır kurban kesiyor? İlk kurbanlar nelerdi? Türkler kurban olarak ne keserdi? Kutsal kitaplarda
kurban nasıl anlatıldı? Hz. Muhammed ne keserdi?

İslam kaynaklarına (İbn İshak, İbn Hişam) göre, Abdülmuttalib, zemzem suyunun kazılması sırasında zorluklarla karşılaştı. “Eğer on oğlum olursa ve bunlar kendini koruyacak yaşa gelirse, onlardan birini Kabe’nin yanında Allah için kurban edeceğim” diye adakta bulundu.
Yıllar geçti; Abdülmuttalib’in on oğlu oldu. Adağını yerine getirmek için on oğlu arasında kura çekti. Kurada kurban edeceği evladı -Hz. Muhammed’in babası- Abdullah çıktı.
Ve Abdülmuttalib oğlu Abdullah’ı alıp Kabe’ye gitti. Fakat…
Kureyşliler böyle bir adetin yerleşmesinden çekinerek Abdülmuttalib’e engel olup Abdullah’ı kurtardı. Abdülmuttalib oğlu Abdullah yerine 100 deve kesti.
Peki…
İnsanoğlu’nun yaşamına kurban ne zaman girdi?

Türklerde “Idhuk”
Çeşitli kaynaklarda, kurban sözcüğünün aslının “korban” olduğu görülür.
Arami dilinden Arapça’ya geçtiği belirtilir.
Sözcük, din yoluyla da Türkçe’ye girdi. “Kurban” sözcüğü, İslamiyet’in Türkler arasında yayılmaya başladığı 9 ve 10’uncu yüzyılda Türk boyları arasında kullanılmaya başlandı.
Orta Asya Türkleri kurbana “ıdhuk” ya da “idu” derlerken, Türkçe’de bu isim “adak” olarak çevrildi. “Idhuk” anlam olarak, “kutlu” ve “mübarek” demekti.
Kurbanı konu olarak ilk ele alan, Antik Çağ Yunan düşünürü Platon oldu. Ona göre kurban, “Tanrılara sunulan hediye” idi.
Yine Antik Çağ Yunan düşünürlerinden Theophrastus kurban türlerini ilk sınıflandıran kişiydi: Övgü kurbanları, teşekkür (şükran) kurbanları ve ölülerin ruhlarına sunulan kurbanlar.

Ruh düşüncesi: Animizm
İngiliz antropolog Edward Burnett Tylor‘a (1832-1917) göre; kurban, başlangıçta insanların kendilerini sevdirmek için doğaüstüne sundukları hediyeydi. Tanrılar yücelip dünyadan uzaklaştıkça, insanlar onlara hediye verme gereksinimi duymuştu. Böylece kurban kutsallaşmıştı ve gelenek haline gelmişti. (İlkel Kültür)
Antropologlar, din kurumunun antropolojik açıdan incelenmesinin temellerini evrimci bir etnolog olan Taylor’un kuramı ile anlamaya çalıştı. Taylor din kurumunun ortaya çıkışı ve evrim süreci ile ilgili olarak “animizm” kuramını ileri sürdü. Kurama göre din, ilkel insanın, bedeninden ayrı bir ruhu olduğu düşüncesine ulaşmasıyla ortaya çıktı.

Erkek hayvan
Tarihe baktığımızda çeşitli toplumlarda kurban var…
Sümerler‘de (MÖ 4 bin-MÖ 2 bin), kurban ritüeli dinselden çok büyüsel içerik taşırdı. Tanrı heykelini önüne ekmek, susam şarabı, tereyağı, bal gibi yiyecekler serilip; Tanrı’ya ikram edecekleri bir sığırı öldürüp törene katılanlar arasında bir ritüelle paylaşılırdı.
Hititler‘de (MÖ 1650-MÖ 1200), genellikle ilk ürün kurban olarak sunulurdu. Bu daha çok ilk mahsulü olan meyveler ya da bir yaşındaki hayvanlardı. Tabii belirli bir zamanda ve bir ritüelle kurbanlar sunulurdu.
Kurbanlıkların kusursuz ve iyi durumda olmaları koşulu Hititler’de büyük önem taşıyordu.
Antik Yunan‘daki (MÖ 756-MÖ 146) kurban ritüelleri iki türlüydü; biri, etinin hiç yenilmediği, tamamının tanrılara sunulduğu; diğeri ise; etinin bir kısmının tanrılara sunulduğu, kalan kısımlarının törene katılanlar tarafından yendiği ritüeldi.
Örneğin, Olympos‘taki tanrılara daima gündüz, özellikle sabahleyin yüksekçe bir yer üzerinde yakılarak hayvan sunulur ve yarısı yenilirdi. Oysa “sphagia” adı verilen kurban türü özellikle gece, alçak bir taş platform üzerinde tamamen yakılmakta ve kurban yenilmemekteydi.
Eski Türk boylarında kurban için genellikle erkek hayvan tercih edilirdi. Kurban, belirli özellikler taşıyan at, koyun, deve, geyik türleri arasından seçilirdi.
Öne çıkan bir diğer özellik ise; Kazak ve Kırgızlar sığır türünü kurban etmeyi tercih etmeleriydi.
Peki…
Kutsal kitaplarda kurban için ne
yazıldı?…

Tevrat’ın (Tora) birinci kitabı olan Tekvin; insanoğlunun ilk atası kabul edilen Adem’i ve onun kaburga kemiğinden Nisa’yı nasıl yarattığının ve onların cennetten kovuluş öyküsünü anlatır. Şöyle…
Adem ile Nisa’nın karı koca oluşlarının ardından ilk oğulları Kain, ardından ikinci oğulları Habil dünyaya gelir. Habil koyun çobanı, Kain ise çiftçidir.
İlk oğul Kain, kardeşinin kurbanının Tanrı katında daha makbul bulunması sonucunda öfkelenerek kardeşini öldürür.
Çünkü…
Tevrat’ın Çıkış kitabında Tanrı’nın kurbanla ilgili sözleri şöyleydi:
“Bütün ilk doğanlar benimdir ve inekten ve koyundan, bütün hayvanların ilk doğan erkeklerin hepsi benimdir. Ve eşeğin ilk doğanı için bir kuzu fidye vereceksin ve eğer fidye vermeyeceksen, o zaman onun boynunu kıracaksın. Oğullarının bütün ilk doğanları için fidye vereceksin. Ve kimse önümde eli boş görünmeyecek.” (Tevrat, Çıkış 34/19-20)
Yahudiler, Hz. İbrahim ile insanı kurban etme yerine, hayvan kurban etmeyi tercih etti. İnsan kurbanına karşı ilk tepkiler, M.Ö. 8’inci yüzyılda Amos, İşeya, Hoşea’dan geldi.
Günümüzde…
Yahudiler, Mısır’dan çıkışı sembolize eden “Fısıh Bayramı” kutlarlar ve kuzu keserler; kumru ve güvercini bile kabul ederler ama ineği kurban olarak kabul etmezler. Kurbanı aile reisinin kesmesi adettir. Sabaha kalan etler yenmez.
Hıristiyanlıkta kurban pek yok. Çünkü…
Hz. İsa’nın yaydığı din, her ne kadar kendinden önceki peygamberlere dayansa da, kurbana pek ilgi göstermedi. Kan akıtılarak günahlardan arınılamayacağını belirten Hz. İsa, ümmetine kurban bağlamında kan akıtılmamasını öğütledi.

Kur’an’da kurban
Kur’an-ı Kerim’de; kurban, Maide Suresi 27. ayet, Kevser Suresi 2. ayetinde ve Hacc Suresi 28, 34-35, 36, 37. ayetlerinde geçiyor.
“Ey Muhammed! Onlara Adem’in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat: İkisi birer kurban sunsunlar, birininki kabul edilmiş, diğerinin ki edilmemişti. Kabul edilmeyen, ‘And olsun seni öldüreceğim’ deyince, kardeşi: ‘Allah ancak sakınanların takdimesini kabul eder’ demişti. (Maide 5/27)
Kur’an’ın Hacc Suresi’nde Allah, Hz. Muhammed’e insanları hacca çağırmasını söyledikten sonra 28. ayette kurbanla ilgili şu buyruğu iletti:
“Ta ki kendi menfaatlerine şahit olsunlar; Allah’ın onlara rızk olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O’nun adını ansınlar. Siz de bunlardan yiyin, çaresiz kalmış yoksulu da doyurun.” (Hacc 22/28)
Keza:
“Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızk olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerlerine O’nun adını anarak kurban kesmeyi meşru kıldık” (Hac 22/34-35)

Bu ayette, Müslümanların kurban keserken diğer ümmetlere buyrulduğu gibi, Allah’ın adını anmaları; kesim niyetinin yönünü belirtme gereğini; böyle yapıldığı takdirde kurbanın geçerli olacağı dile getirildi.
Bu surenin 36. ve 37. ayetlerinde kesim işleminin nasıl yapılacağına dair açıklama bulunuldu:
“İşte kurbanlık deve ve sığırları Allah’ın size olan nişanelerinden kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Bağlı halde keserken üzerlerine Allah’ın adını anın. Yan üstü düşüp ölünce yiyin, isteyene de istemeyene de verin. Şükredersiniz diye onları sizin buyruğunuza verdik. Bu hayvanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan ancak sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir. Size doğru yolu gösterdiğinden, Allah’ı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir. Ey Muhammed! İyilik yapanlara müjde et.” (Hacc 22/36-37)

“Ey babacığım”
Kur’an’da En’âm suresi 83. ayetinde ve Sâffât Suresi 101-111. ayetlerinde Hz. İbrahim’in ismi geçer.
“İşte bunlar, bizim hüccetimizdir. Biz onu kavminin karşı koymasına rağmen İbrahim’e verdik. Biz dileğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki Rabbin hikmet sahibidir.” (En’âm Suresi, ayet 83)
“Biz de ona yumuşak huylu bir oğlan müjdeledik. Çocuk kendisinin yanı sıra yürümeye başlayınca, ‘Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda iken, seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?’ dedi. ‘Ey babacığım! Ne ile emir olunursa yap, Allah dilerse, sabredenlerden olduğumu göreceksin!’ dedi. Böylece ikisi de Allah’a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca, ‘Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın; işte biz, iyi davrananları böylece mükafatlandırırız!’ diye seslendik. Doğrusu bu, apaçık bir denemeydi. Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik. Sonra gelenler içinde, ‘İbrahim’e selam olsun!’ diye ona bir iyilik ün bıraktık. İşte iyileri böylece mükafatlandırız. Doğrusu o inanmış kullarımızdandı.” (Saffat Suresi, ayet 101-111)

Hz. Muhammed’in kurbanı
İslam’ın ikinci yılında; Hz. Muhammed bayram sabahları namazgâhta halka Kurban Bayramı namazını kıldırdıktan sonra hazırladığı iki boynuzlu koçun birisini kendi ve ailesi için diğerini de ümmeti için kurban etti. Kurban sırasında, “Allah’ım bu sendendir ve sanadır” dedi ve bu hep sürdü…
Kur’an’a göre; Sadaka-i fıtrı vermekle mükellef olan kimselere Kurban Bayramı’nda kurban kesmek
vacipti.
Kurban Bayramı’nın ilk üç günü içinde kurban edilecek hayvanların kesilip kanı akıtılmalıydı.
İslam inancında kurban; koyun, keçi, sığır ve deveden kesiliyor. Koyun ve keçiyi ancak bir kişi; sığır ve deveyi ise yedi kişi ortaklaşa kurban edebilirdi.
Kurban edilecek hayvanların kusursuz, noksansız, güçlü kuvvetli ve azaları tamam olması lazımdı.
Kurban edilen hayvanı üçe taksim edip bir kısmını akrabaya, bir kısmını fakirlere ve bir kısmını da ev halkına yedirmek sevaptı. Fakir kimseler ise kestikleri kurbanın hepsini evlerinde barındırıp dağıtmayabilirdi.

Katolik Kilisesi içindeki çocuk tacizleriyle mücadele amacıyla Vatikan’da yapılan 4 günlük olağanüstü zirvenin kapanışında konuşan PapaFrancesco, çocukların cinsel istismarını “çocukların putperest biçimde iktidar, para, gurur, kibir tanrısına kurban edilmesine” benzetti.

Spartaküs

Spartaküs (Yunanca: Σπάρτακος, Spártakos; Latince: Spartacus[1]) (MÖ 109 – MÖ 71), Roma Cumhuriyeti’nde Trakyalı bir gladyatördür. MÖ 73 – MÖ 71 Spartaküs Galyalılar, Kriksus, Oenomayus, Agnor ve Gannikus ile birlikte Üçüncü Köle Savaşı’nın kaçak köle liderlerinden biridir. Üçüncü Köle Savaşı Roma Cumhuriyeti’nin karşılaştığı büyük çaplı köle savaşları arasında yer alır. Küçük savaşları ötesinde Spartaküs hakkında bilinen ve tarihsel söylentileri kalan veriler bazen çelişkili ve güvenilir olmayabilir. Fakat elimizdeki bütün kaynaklar Spartaküs’ün eski bir gladyatör ve başarılı bir askeri lider olduğunu doğrulamaktadır.

Trakya bölgesinde doğduğu tahmin edilen Spartaküs MÖ 109-MÖ 71 yılları arasında yaşamıştır. Spartaküs Roma ordusunda süvarili bir asker olarak görev yapıyordu. Bu konuda kesin bir bilgi olmasa da bir savaşta üstlerinin kendi halkına saldırmasını emretmesine karşın Spartaküs, bu emre karşı gelmiştir. Bu nedenle Roma’da köle statüsüne düşmüştür. Romanın Spartaküsü yakalama emiri çıkartmasına karşın Roma ordusundan arkadaşlarıyla beraber kaçmıştır. Bir süre karısıyla beraber dağlarda, mağaralarda hayatlarını sürdürmüşlerdir. Ancak Romadan sonsuza dek kaçamadılar. Spartaküs bir gece uykusundayken Romalı bir birliğin baskınıyla karısıyla birlikte ele geçirilmiştir. Spartaküs İtalya’da Capua kentindeki bir gladyatör okuluna satıldıktan sonra halkın eğlencesini sağlamak amacıyla arenalarda dövüştürülmüştür bu dövüşlerde kazandığı büyük zaferlerden sonra halkın gözünde büyük bir şöhret kazandı. Spartaküs bu süreçte Gladyatör okuldaki en yakın dostu olan Varro’yu ve karısını kaybetti. Bu olaylardan sonra intikam için ant içen Spartaküs kendisiyle birlikte Capua’daki Quintus Lentulus Batiatus’un gladyatör okulundan kaçan 78 arkadaşıyla Vezüv Yanardağı’na sığındı. Gaius Claudius Glaber himayesindeki 300 kişilik Roma ordusunca kuşatılan Spartaküs ve yoldaşları, asma dallarından yaptıkları halatlarla uçurumdan aşağı inerek Romalı askerleri şaşırtıp mağlup etmiştirler.[2] Spartaküs, kendisine katılan ve sayıları 100 bine ulaşan kaçak köle ve gladyatörlerle Lucania’ya doğru yürüdü. Amansız bir çatışma sonucunda Publius Varinius’u yendi ve Thuria ile Metapontion kentlerini yağmaladı. Spartaküs artık Güney İtalya’ya egemen olmuştu. Roma Senatosu birden tehlikenin farkına vardı. MÖ 72’de iki konsülün yönetimindeki güçler Spartaküs’ün üzerine gönderildi. Spartaküs onları yendikten sonra kuzeye, Alpler’e doğru koşuşa geçti. Gallia Cisalpina valisi onu durdurmaya çalıştıysa da, yenilgiye uğradı. Köle ordusu artık Alpler’i geçebilir ve güvenlik içinde dağılabilirdi. Ne var ki, kimse İtalya’dan ayrılmak istemedi. Spartaküs, ister istemez güneye yürümek zorunda kaldı. Lucinia’ya geri dönen ordu, orada ilk kez Marcus Crassus’a yenildi. Spartaküs, Sicilya’ya geçmeyi tasarlayarak Messina’ya çekildi. Onları kaçırmaya söz veren korsanlar sözlerinde durmadı. Crassus, köleleri kuşattıysa da, Spartaküs kuşatmayı yararak çekildi. Daha sonra, MÖ 71’de ya savaştan sağ kurtulup Roma’yı terk etti, ya da Romalılar tarafından savaşta öldürüldü. Savaşta öldürülüp tanınmaz hale gelme ihtimalinden dolayı bulunamamış olma ihtimali de vardır ancak cesedine asla ulaşılamamıştır. Romalı general Pompeius, Spartaküs’ün ordusundaki çok sayıda kaçağı yakalayıp öldürdü. 6 bin kişiyi tutsak alan Crassus, Appia Yolu boyunca tümünü çarmıha gerdirdi. O dönemdeki inanışa göre tanrıların onu yanına aldığı, koruduğu gibi dedikodular yayıldı. Ancak Spartaküs’e ne olduğu asla öğrenilemedi.

HELAK OLAN KAVİMLER VE KAVİMLERİN HELAK OLMA NEDENLERİ

Kavimlerin helak olma sebepleri; peygamberlerini yalanlamaları, putlara tapmaları, zulüm ve sapkınlıkta ileri gitmeleri ve Allah’a isyan etmeleri şeklinde sıralanabilir.

Âd, Semûd ve Şuayb (Medyen ve Eykeliler) kavimlerinin helakı, Sebe kavmini perişan eden Arim seli, Ashâbu’l-Uhdûd hadisesi ve Fil olayı, Arap toprakları olarak bilinen Bilâdü’l-Arap’ta meydana gelen helak hadiseleridir.

Musa aleyhisselâm’ın düşmanları olan Firavun ve adamlarının helaki ile Karun ve Haman’ın yok edildiği yer, Mısır topraklarıdır.

Lût kavmini yok eden o dehşetli felaket ile helak yerine daha hafif bir cezaya çarptırılan İlyas aleyhisselâm kavmi’nin başına gelenler, Bilâdü’ş-Şâm topraklarında meydana geldi. Helak olan kavimler;

Nuh Kavmi, Nuh Aleyhisselem
Nemrud ve kavminin helakı, İbrahim Aleyhisselam
Âd Kavmi, Hud Aleyhisselam
Semûd Kavmi, Salih Aleyhisselam
Lût Kavmi, Lut Aleyhisselam
Şuayb Kavmi (Medyen Halkı ve Eykeliler), Şuayb Aleyhisselam
Ashâbu’l-Karye
Ashâbu’s-Sebt
Ashâbu’l-Uhdûd
Tübba Kavmi
Ashâbu’l-Fîl

Helak olan kavimler ve kavimlerin helak olma sebepleri…
KAVİMLERİN HELAKI

Ciddî bir uyanıklık içinde geçirilmesi îcâb eden bu imtihan dünyâsında, maalesef insanların çoğu derin bir gaflet uykusundadır. Lâkin bu cehâlet, dalâlet ve gaflet uykuları, onları hazîn ve hicranlı bir âkıbete sürüklemiştir. Dünyâ, onlar için bir aldanış mekânı olmuştur.

Müsbet veya menfî, gidilen her yolun kabre vardığı bu yaldızlı dünyâda, îmansızlığın ana sebepleri; düşüncesizlik, cehâlet, gaflet, şehvet, dünyâ nîmetlerine boğulma, gâfilleri taklîd etme, koyu bir maddecilik zihniyeti, ahlâksızlık ve netîce olarak kalbi, nefse fedâ etmektir.
HELAK EDİLEN KAVİMLER

İnsanlık târihi, îmân ve ahlâk yolundan çıkan azgınlara tatbîk olunan nice ilâhî gazap tecellîlerine şâhid olmuştur. Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin kibirli insanları; peygamberlerle mücâdele eden, kendisinin tanrı olduğunu iddiâ eden ve sonunda bir avuç suda helâk olan Firavun; bir sineğin mağlûb ettiği Nemrud; yaşayışları hayvanlardan daha aşağı olan ahlâksız Lût kavmi ve benzerleri, zulüm ve isyanlarına bürünerek bu dünyâdan göçüp gittiler.

Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“Onlara, kendilerinden evvelkilerin; Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrâhîm kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberleri, onlara apaçık mûcizeler getirmişti. Allâh onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.” (et-Tevbe, 70)

Küfür, isyan, zulüm ve haksızlık târihi, ilâhî intikâmın dehşetli örnekleri ile doludur. Allâh’a ve peygamberlerin gösterdiği yola muhâlefet ve isyân edenlerin, er-geç ilâhî kudretin acı azâbı ve çetin tecellîleri ile karşılaşmaları, kaçınılmaz ve değişmez bir ilâhî kânundur.

Allâh Teâlâ, peygamberleri, nefsânî arzuların açtığı toplum yaralarına şifâ vesîlesi olmak üzere insanlığa ikrâm etmiştir. Lâkin dünyânın yaldızlarına aldananlar, peygamberlerin açtığı nûrlu ufuklar¬dan ayrılmışlar, ebediyet bedbahtlığının korkunç enkâzı hâline gelmişler, toplumlarını vîrâneye çevirmişlerdir. Sefâletlerini saâdet zannetmenin hüsrânına uğramışlar, yaratılış hikmetini ve esrârını kavrayamayıp hayvanların hayatlarını taklîd etmişler ve neticede ilâhî gazaplara dûçâr olarak helâk olmuşlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

“Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Sen, onlardan herhangi bir kimseyi görüyor veya onlardan cılız bir ses olsun işitiyor musun?” (Meryem, 98)

“Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nice olduğuna bakmadılar mı? Ki onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü işlemişler, onu, bunların îmâr ettiklerinden daha çok îmâr etmişlerdi. Peygamberleri, onlara da nice açık deliller getirmişlerdi. Zâten Allâh, onlara zulme¬decek değildi; fakat onlar, kendi kendilerine zulmetmekte idiler.” (er-Rûm, 9)

Âyette, su ve mâden çıkarmak, ya da ekip dikmek için toprağı işleyen ve bayındır beldeler meydana getiren, sonra da, inkârcılıkları yüzünden Allâh’ın gazabına uğrayan Âd ve Semûd gibi eski kavimlere işâret edilmekte ve onların kalıntılarına bakılıp ibret alınması öğütlenmektedir.
FİRAVUN NEDEN HELAK OLDU?

İnsanda “acıkma” duygusunun meydana gelmesi, vücûda gereken hayâtî malzeme ihtiyacındandır. Darlık zamanlarında insanların Allâh’ı araması ise, rûhun ihtiyâcından kaynaklanmaktadır. Nemrûd’un, Hazret-i İbrâhîm ateşe atıldığında, ateşin O’nu yakmadığını görünce; “Kendi tanrılığımdan vazgeçmem; lâkin senin Rabbine dört bin sığır keseceğim!” demesi ve Firavun’un, suda helâk olacağını anladığı zaman “Benî İsrâîl’in inandığı Allâh’a inandım!” demesinin hiçbir değeri yoktur. Başı sıkışan gâfillerin, ölüm buhrânı geçiren münkirlerin, tesellîsiz ve himâyesiz kaldıkları korkunç anlarda kendilerine gelmeleri ve iç âlemlerine dönmeleri, insan fıtratındaki dîn ihtiyâcının muktezâsıdır.

Ömürlerini, küfür ve gaflet çalkantıları içinde geçirenlerin son hâlleri, ne hazîn bir çırpınış ve tükeniştir. Ölüm meleğinin; «Daha evvel neredeydin?» demesi, acıklı bir azâbın başlama ânıdır.

Ölüm, dünyâya âit bütün zevklerin iptali, aynı zamanda bütün fânî alışverişlerin nihâyetidir.

Bu sebeple, sâlihler ve ârifler, nefeslerini bir ömür tesbîhi hâline getirerek hakîkate yaklaşırlar. Vücûdlarını müşterek bir ölüm tâlimi içinde nûrlandırarak fânîlikten sıyrılırlar. Herkes değişik bir yerde ve değişik bir uykuda iken onlar, farklı bir tecellîde olurlar.

Şâyet ölümden kaçmak ve korkmak îcâb ediyorsa, akşamlar yaklaşırken korkularla titrememiz lâzımdır. Hâlbuki gecelerin esrârına dalarken içimizden bir korku geçirmiyoruz. Çünkü sabahın gelmesi, bir hilkat kâidesi ve ilâhî bir tanzimdir. O hâlde, ölümün koynundan da bir hakîkat sabâhına kalkılmasının tabiî görülmesi lâzımdır.

Hak Teâlâ buyurur:

“Ey insanlar! Allâh’ın va’di elbette ki haktır. Sakın dünyâ hayatı sizi aldatmasın! Hîleci şeytan, Allâh’ın affıyla sizi kandırmasın!” (Fâtır, 5)

Âhiretsiz bir dünyâ ferahlığı elde etmek için dünyâ süslerine bürünen ve fânî lezzetlerde son gününe kadar yorulanların hâli, ne hazîn bir tükeniştir! İslâmiyet ise, cihâna hikmet gözü ile bakmayı emretmekte ve hayatın istikâmet üzere ve şuurlu bir şekilde yaşanmasını istemektedir. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Sizi abes olarak (boş yere) yarattığımızı ve huzûrumuza getirilmeyeceğinizi mi sandınız? Mutlak hâkim ve Hak olan Allâh çok yücedir. O’ndan başka ilâh yoktur. O, yüce Arş’ın Rabbidir.” (el-Mü’minûn, 115-116)

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar? And olsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allâh, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlakâ ortaya koyacaktır. Yoksa kötülük yapanlar, bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ne yanlış) hüküm veriyorlar!” (el-Ankebût, 2-4)

İslâm dîni, insanın beşikten mezara kadar hayatını tanzîm edip, onu, âhiret âleminin esrârına ve gaybî hakîkatlerine hazırlar. İnsanın; beşik ile tabut arasındaki münâsebeti kavrayamadan, kâinattaki mevkîini ve vazîfesini tâyin edemeden ve gideceği mezar yolculuğunun hikmet ve ibretini id¬râk edemeden, hayatı gâyesiz bir şekilde yaşayışı ne büyük bir hüsrandır! Bu hâl, ardında hazîn bir hâtıra yığını bırakarak ölümün girdaplarında kaybolmaktan başka nedir?

Peygamberlerin beşerî güçleri tükendiğinde kendilerine ilâhî nusret yetişir ve inkârcılar üzerine Allâh’ın kahır ve intikâmı tahakkuk eder. Nûh -aleyhisselâm-’ın, 950 senelik sabırdan sonra tahammülü bitti ve âyet-i kerîmede bildirildiği üzere:

“(Yâ Rabbî!) Mağlûb oldum, bana yardım et! (İntikâmımı al!) diye Rabbine duâ etti.” (el-Kamer, 10)
HAYATTA EN ÇOK KORKULAN HADİSELER

Hayatta en çok korkulan ve ilâhî bir tehdîd olan hâdiseler; tûfânlar, kasırgalar, zelzeleler, kıtlık, yıldırımlarla dolu azâb bulutları, düşman işgalleri ve sârî hastalıklar gibi ilâhî gazap tecellîleridir. “Tabiat olayları” olarak görülen bu tip vak’alar, gelişigüzel olmayıp birçok sebep ve hikmetlere bağlıdır. Bu tip acı hâdiseler, insanların isyanları ve günahları sebebiyle meydana gelir. Ve ilâhî nizâmın felâketleri, tahakkuk safhasına girer.

Allâh -celle celâlühû-, -hâşâ- zâlim değildir. Fakat bu felâketlerin, kulların hak etmesiyle zuhûr ettiği bir gerçektir. İlâhî nizâma ve kudsî esaslara karşı koyanların, ilâhî intikâmın acı tatbikâtı ile karşılaşmaları kaçınılmazdır.

Ağaçtan düşen bir yaprağın bile, ilâhî kaderle düştüğü, Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edilmektedir. Aksi hâlde kâinatta, fizikî bir anarşi meydana gelirdi. Bütün fizikî hâdiselerin içinde binbir türlü esrâr gizlidir. Bu esrâr, peygamberlere ve ehl-i kalbe ayândır.

Kur’ân-ı Kerîm’de kavimlerin helâkiyle ve bunun sebep ve hikmetleriyle alâkalı pek çok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Âlemlerin Rabbi olan Allâh Teâlâ zulmetmekten münezzehtir ve aslâ kullarına haksızlık etmez. Zulüm ve haksızlık insana âit olan bir vasıftır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Şüphesiz ki Allâh, insanlara hiçbir sûretle zulmetmez; fakat insanlar, kendilerine zulmetmektedirler.” (Yûnus, 44)
ALLAH’IN GAZABI İLE İLE İLGİLİ AYETLER

Nihayetsiz bir merhamet, hilim ve sabır sâhibi olan Yüce Rabbimiz, insanların zulümleri had safhaya vardığı zaman onları şiddetle yakalar ve âleme ibret kılar:

“…Şüphesiz O’nun yakalaması, pek elem vericidir, pek çetindir!” (Hûd, 102)

Hattâ öyle yakalar ve helâk eder ki bu azâba dûçar olanların bir daha ıslâh olmaları mümkün olmaz. Bu hakîkate âyet-i kerîmelerde şöyle işâret edilir:

“Helâk ettiğimiz bir belde için artık (yeniden mâmur olmak) imkânsızdır. Çünkü onlar, geri dönemeyeceklerdir.” (el-Enbiyâ, 95)

“(Müşrikler) kendilerinden önce kaç nesli yok ettiğimizi ve bu yok olup gidenlerin bir daha onlara dönüp gelemeyeceklerini görmüyorlar mı?” (Yâsîn, 31)

Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş kavimlerin helâk edilişlerini anlatırken bunun sebepleri üzerinde de durmakta ve sonradan gelenleri îkâz etmektedir. Bu sebeplerin başında Allâh’ın nîmetlerine karşı nankörlük etmek, şükredecek yerde bol nîmetler içinde şımarmak, zulüm ve haksızlıkta ileri gitmek gibi büyük günahlar gelmektedir. Mevzuyla alâkalı âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Biz refâhından şımarmış nice memleketleri helâk etmişizdir. İşte, onların kendilerinden sonra pek az iskân görmüş harâbeleri! Biz onların (hepsinin) vârisi olduk.” (el-Kasas, 58)

“…Biz halkı zâlim kimseler olan şehirlerden başkasını helâk edici değiliz.” (el-Kasas, 59)

“Nitekim birçok memleket vardı ki, o memleket (halkı), zulmetmekte iken, biz onları helâk ettik. Şimdi o ülkelerde duvarlar, (çökmüş olan) tavanların üzerine yıkılmıştır. Nice kullanılmaz hâle gelmiş kuyular ve (ıssız kalmış) ihtişamlı saraylar vardır.” (el-Hacc, 45)

İnsanların başlarına gelen dünyevî ve uhrevî bütün musîbetlerin, bizzat kendi elleriyle yaptıklarının karşılığı olduğunu Allâh Teâlâ şöyle haber vermektedir:

“İnsanların elleriyle kazandıkları (günahlar) dolayısıyla karada ve denizde fesat zuhûr etti. Bu, onlara, yaptıklarından bâzısının acısını tattırmak içindir. Umulur ki (tuttukları kötü yolu terkedip) Hakk’a dönerler.” (er-Rûm, 41)
BELA VE MUSİBETLER NEDEN GELİR?

Âyet-i kerîmeden anlaşılacağı üzere, gerek tabiat gerekse içtimaî şartlarda zuhûr eden düzensizlik, dağınıklık ve perişanlık, insanların elleriyle kazandıkları yüzündendir. Bütün bunlar, şirk, ahlâksızlık, haksızlık ve nefsin hevâsına uyularak yapılan aşırılıklar sebebiyle olmuştur. Allâh Teâlâ, tevbe edip şirkten vazgeçerek fıtrat dînine, sağlam ve düzgün yola dönsünler diye, yaptıklarının bir kısmının cezâsını kendilerine bu dünyâda tattırmaktadır. Eğer tevbe edip sırât-ı müstakîme dönmezlerse cezâlarının tamâmını âhirette tadacaklar, asıl cezâlarını orada çekeceklerdir. Diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allâh, çoğunu da affediyor.” (eş-Şûrâ, 30)

Nitekim Cenâb-ı Hak, kullarının irtikâb etmiş olduğu günahların cezâsını ekseriyetle âhirete tehir etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

“Eğer Allâh, insanları zulümleri yüzünden cezâlandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı…” (en-Nahl, 61)

İşlenen günahların bir kısmı mukâbilinde gelen bu musîbetler, belki insanlar ıslâh olurlar diye ilâhî bir îkâz keyfiyeti taşımaktadır.

Ancak Allâh Teâlâ’nın hâlis mü’minler hakkındaki kânunu bundan biraz farklıdır. Çünkü mü’minlere gelen musîbet ve sıkıntılar, onların kulluktaki noksanlıklarına, günah ve hatâlarına keffâret olacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar Müslümanın başına gelen her şeyi, Allâh, onun hatâlarını bağışlamaya vesîle kılar.” (Buhârî, Merdâ, 1, 3; Müslim, Birr, 49)

Allâh’ın rızâsı için çalışıp-çabalayan kimsenin karşılaştığı sıkıntılar, onun sadece günahlarına keffâret olmakla kalmaz, bunun yanı sıra Allâh indindeki derecesini de yükseltir.

Cenâb-ı Hak, helâk olmuş kavimlerin kıssalarını kıyâmete kadar gelecek insanları îkâz etmek ve onlara bir ibret göstermek için tekrar tekrar anlattığını şöyle ifâde buyurmaktadır:

“And olsun ki, civârınızdaki memleketlerden nicelerini helâk ettik. Belki doğru yola dönerler diye âyetleri (böyle) tekrar tekrar açıklıyoruz!” (el-Ahkâf, 27)

“Celâlim hakkı için bunu (Nûh’un gemisini ve tûfan alâmetlerini) bir ibret olarak bıraktık! Hiç ibret alan yok mu?” (el-Kamer, 15)

“Onlardan önce, kendilerinden kuvvetçe pek üstün nice nesiller helâk ettik. Onlar beldelerde sığınaklar edindiler, kaçacak delik aradılar; hiç (ölümden) kurtuluş var mı? Bu hususta, kalbi olan veya hazır bulunup kulak veren kimselere mev’izalar ve ibretler vardır.” (Kâf, 36-37)

“Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zîrâ dolaşsalardı, elbette düşünecek kalbleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüslerdeki kalbler kör olur!” (el-Hacc, 46)

Kalb; bütün hislerle birlikte zihnî ve ahlâkî vasıfların merkezi olarak kabul edildiğinden, âyet-i kerîmedeki ifâde, kendi inatları ve küfürde ısrarlarının onları hakîkati işitmekten ve akıllıca hareket etmekten alıkoyduğunu beyân etmektedir.
KAVİMLERİN HELAKI

Rabbimiz; Nemrûd’un ateşlerini Hazret-i İbrâhîm’in îmânı ile gülistâna çeviren, Firavun’un saltanatını Hazret-i Mûsâ’nın asâsı ile altüst eden, Kâbe’yi yıkmaya kalkışan Ebrehe ordularının fillerini ve askerlerini küçük kuş ordularına çiğneterek Mekke’nin civârını fil mezarlığına çeviren, benzeri diğer azgın kavimleri altüst eden ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-i, “melek, rüzgâr, korku” gibi görünmez askerlerle te’yîd ederek O’na zafer ufukları açan, kahredici bir kudret sâhibidir.

Kahır mekânları, dûçâr oldukları felâketin izlerini ve tesirlerini kıyâmete kadar üzerlerinde taşımaktadırlar. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Vedâ Haccı”nda Mina ile Müzdelife arasındaki Muhassir Vâdisi’ni geçerken sür’atlendiler. Sahâbe-i kirâm hazarâtı:

“–Yâ Rasûlallâh, ne hâl oldu, niçin acele ediyorsunuz?” diye sorunca, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben:

“–Bu mekânda Cenâb-ı Hak, Ebrehe ordularını kahretti. O kahır tecellîsinden bir hisse gelmemesi için sür’atlendim!” buyurdular.

Nitekim hacda bu mekânda vakfe yapılmaz.

Yine Tebük Seferi’nde ashâb-ı kirâm, Semûd kavminin helâk olduğu yerden geçerken Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bu taştan oymalı evlere hüzünle girin! Buradan bir şey de almayın! Çünkü burada azgın bir kavme azâb-ı ilâhî geldi…” buyurmuşlardı.

Sahâbe-i kirâm:

“–Yâ Rasûlallâh, kırbalarımızı su ile doldurduk. Hattâ bu su ile hamur yaptık!” dediler.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Sularınızı boşaltın, hamurlarınızı da dökün!” buyurdular. (Buhârî, Enbiyâ, 17)

İlâhî kahrın tecellî ettiği beldelerde, isyân ve günah yüklü mekânlarda mânen devâm eden o kahrın in’ikâsına mâruz kalmamak için oralarda bulunmamak, zarûreten geçmek gerektiğinde ise sür’atle geçmek îcâb eder.

Kâbe, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve diğer peygamberlerin kabr-i şerîfleri, mescidler, sâlih ve sâdıkların bulundukları mekânlar da, feyz tecellîlerinin kesif olduğu yerlerdir. Buralarda, gönlümüze bereketli rahmet ve feyz yağmurları boşalır.

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan itibâren, zaman zaman insanları, daldıkları îmansızlık ve ahlâksızlık karanlıklarından kurtarmak için peygamberler gönderilmiş ve kitaplar indirilmiştir. Bu, Rabbimizin kullarına büyük bir lutuf ve ikrâmıdır. Nihâyet insanlığın ebedî mürşidi son Peygamber Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. Bu sûretle çöle inen ilâhî nûr, sonsuzluğu gölgesine aldı.
İSLAM NEYİ ÖĞÜTLER?

İslâm dîni, insanı ciddiyete dâvet etmekte ve yarın Allâh’ın huzûruna çıkıp yaşadığı hayâtın hesâbını vereceğini defaatle hatırlatmaktadır. Bu sebeple mü’min, boş ameller, dedikodular ve lüzumsuz sorularla, dînî ve ahlâkî şeref ve haysiyetini küçültecek davranışlarda bulunmamalıdır. Câhillerden uzak durarak lüzumsuz mâcerâların peşinde koşmamalı; abeslere, bâtıllara, azgınlıklara ve gâyesizliklere dalmamalıdır. Sapık felsefelerin çıkmaz sokaklarında dolaşmamalıdır.

Yaz bulutu hâlinde gelip geçen dünyâ hayatını, âhiret endişesi olmadan yaşamak, gündüzü akşamsız telâkkî etmek gibi abes bir şeydir. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü feyz pınarlarından doldurmağa bak. Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.

Cesedine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezîl olup gidiyor.

Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü-kuvvetli gitsin!”

DERLEME MAKALELERiM

Karoglan Raşit Tunca

Schrems ,27.07.2021

Author: RasitTunca

Bir yanıt yazın