itikad da Mezheb imamımız imam Eşari Kimdir? ve Eşarilik Nedir?

İmam-ı Eşari

Ehl-i sünnetin iki itikad imamından biridir. İsmi, Ali bin İsmail’dir. Künyesi, Ebu’l-Hasen’dir. 260 veya 266 (m. 879) senesinde Basra’da doğdu. 324 veya 330 (m. 941) da Bağdat’ta vefat etti. Basra kapısı ile Kerh arasındaki kabristana defnedildi. Soyu, Eshab-ı kiramdan büyük bir sahabeye dayanmakta olup, şeceresi şöyledir: Ali bin İsmail bin İshak bin Sâlim bin İsmail bin Abdullah bin Musa bin Bilal bin Ebi Bürde bin Ebu Müsel-Eşari’dir.

İmam-ı Eşari, üvey babası ile mutezile kelamcılarından olan Ebu Ali Cübbai’nin talebesi olduğundan, bu bozuk yol üzerine yetiştirilmişti. 40 yaşına kadar mutezile fırkasında bulundu. Bu fırkanın meşhurlarından oldu. 40 yaşından sonra, Ramazan-ı şerifte gördüğü rüyada Peygamber efendimizin emri üzerine, bu bozuk yoldan dönüp, ehli sünnet itikadına girdi.

Bu rüyasından sonra onbeş gün evinden çıkmadı. Meseleleri derinlemesine inceleyip, gözden geçirdi. Sonra Basra Camii’ne gidip, kürsüye çıktı. O sırada mutezile bozuk yolunun meşhur ve kuvvetli âlimlerinden sayılan ve böyle bilinen imam-ı Eşari, kürsüden cemaate şöyle hitap edip: “Ey insanlar! Çoktan beri size görünmez oldum. Dikkatle düşündüm. İnsafla inceledim. Yanımdaki delilleri gözden geçirdim. Tercih hususunda zorlandım. Sonunda Allahü teâlâdan beni hidayete, doğru yola kavuşturmasını istedim, dua ettim. Allahü teâlâ beni hidayete, doğru yola kavuşturdu. Mutezile yoluna ait itikadlarımın hepsinden vazgeçip, kurtuldum” diyerek, Ehl-i sünnet itikadına girdiğini herkese ilan etti.

Önceden mutezile yolu üzere yazdıklarını ve bildirdiklerini iptal etti. Ehl-i sünnet itikadı üzere kitaplar yazıp, dağıttı, ömrünün sonuna kadar bu doğru itikadın yayılması için uğraştı.

Ebu’l-Haseni Eşari hazretlerinin Ehl-i sünnet mezhebine geçmesi ile, kelam ilmi, mutezilenin elinden kurtulmuş oldu. Onların elinde tehlikeli ve zararlı iken, doğru yolda gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet itikadının yayılmasında büyük bir zafer olmuştur. O zaman tesirli ve zararlı olan mutezile yolu mensupları, imam-ı Eşari hazretleri tarafından susturulmuştur. Onları öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi küçük ve güçsüz karıncalar gibi kaldılar. Daha önce hocası olan mutezilenin ileri gelenlerinden Ebu Ali Cübbai ile yaptığı münazarada onu mağlup etti. Çok meşhur olmasına rağmen, Eşari hazretlerinin karşısında cevap vermekten aciz kaldı.

Ebu Sehl Sulûki şöyle anlatır:
“Basra’da bir mecliste Ebu’l-Hasen Eşari ile mutezililer arasında çetin bir münazara oldu. Mutezililer çok kalabalıktı. Onunla münazaraya giren herkes yeniliyor, susmak mecburiyetinde kalıyordu. Öyle oldu ki, o gün artık kimse onun karşısına çıkamadı. İkinci defa böyle bir münazara için gittiğimizde, mutezileden kimse gelmemiş, münazaraya cesaret edememişlerdi. Bunun üzerine bir zat imam-ı Eşari’ye, “Firar ettiler, kaçtılar yaz, kapıya as” dedi.

İmam-ı Eşari hazretleri; tefsir, hadis ve fıkıh ilmini zamanın meşhur âlimlerinden olan Zekeriyya bin Yahya es-Saci’den, Ebu Halife el-Cumhi, Sehl bin Serh, Muhammed bin Yaküb el-Mukri, Abdurrahman bin Halef ed-Dabi’den öğrenmiştir.

Bağdat’ta Cami-i Mensür’da Cum’a günleri Ebu İshak Mervezi’nin hadis derslerine devam etmiş, kendisi de Ebu İshak Mervezi’ye kelam ilmini öğretmiştir.

İmam-ı Eşari hazretleri tasavvuf ilminde de âlim ve evliya idi. Ebu İshak İsferani şöyle demiştir: “Benim ilmim, Şeyh Ebu’l-Hasen Bahili’nin ilmi yanında, deniz yanında bir damla gibidir. Ebu’l-Hasen Bahili’nin de, (benim ilmim, Ebu’l-Hasen Eşari’nin ilmi yanında, deniz yanındaki bir damla gibidir) dediğini işittim.”

İmam-ı Eşari, gayet tatlı, açık ve ikna edici konuşurdu. Bu sebeple hocası Cübbai, daha önce münazaralara kendi yerine onu gönderirdi. Hakkın, doğrunun ortaya çıkması için mücadeleyi sever, yazarak ve anlatarak hak uğrunda müdafaadan yılmazdı.

İmam-ı Eşari hazretlerinin zamanı, mutezile fırkasının Ehl-i sünnete çok saldırdığı, hatta zorbaya baş vurduğu bir döneme rastlamaktadır. Valilik, kadılık gibi makamlar, mutezile fırkasından olanların elinde bulunuyordu. Böylece bozuk itikadlarını yayıyorlar, insanları saptırıp, imanları ile oynuyorlardı. Bu sırada imam-ı Eşari ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri, kitaplar yazarak onları reddediyor, bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. İmam-ı Eşari ayrıca, mutezile fırkasının ileri gelenleri ile çetin münazaralara girip, onları susturdu. Kendisine, neden onların yanlarına, hatta devlet erkanından olanlarının makamına gittiği sorulunca, şöyle cevap vermiştir: “Onlar valilik, kadılık gibi makamlarda bulunuyorlar. Kibirleri sebebi ile bize gelmezler. Biz de gitmezsek, hak nasıl ortaya çıkacak? Ehl-i sünneti anlatanların, onu yayıp, hizmet edenlerin bulunduğunu nasıl bilecekler ve nasıl anlayacaklar?”

Ebu Abdullah ibni Hafif şöyle anlatmıştır:
“Gençliğimde, imam-ı Eşari hazretlerini görmek için Basra’ya gitmiştim. Basra’ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zat gördüm. Ona, “Ebu’l- Hasen Eşari hazretlerinin evi nerededir?” dedim. “Onu niçin arıyorsun?” dedi. “Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum” dedim. Bana, “Yarın erkenden buraya gel” dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra’nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü, içeri girince, o zata yer gösterdiler. O da oturdu. Mutezilenin meşhur âlimleri, münazara için orada toplanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir mutezile âlimine çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni oraya götüren zat karşısına çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam ikna edip, doyurucu bilgi veriyordu.

Ben, bu zatın haline ve ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine “Bu zat kimdir?” dedim. “Ebu’l-Hasen Eşari’dir” dedi. İmam-ı Eşari evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, İmam-ı Eşari’yi ve hizmetini nasıl buldun?” buyurdu. “Fevkalade” dedim.

Sonra, “Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele sormadınız? Başkaları sorduktan sonra mevzuya girdiniz?” dedim.
“Biz, bunlarla konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dininde yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isnat edip, kendilerine doğrusunu bildiriyoruz” buyurdu.”

İmam-ı Eşari; eser yazmak, münazaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek suretiyle, Ehl-i sünnet itikadının yayılması ve böylece insanların saadete kavuşması hususunda büyük hizmetler yapmıştır. Yetiştirdiği talebelerinden bir kısmı şu zatlardır: Ebu Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebu’l-Hasen Bahili, Ebu Abdullah bin Hafif Şirazi, Hâfız Ebu Bekr Cürcani el-ismaili, Şeyh Ebu Muhammed Taberi el-Iraki, Zahir bin Ahmed Serahsi, Ebu Abdullah Hameveyh es-Sayrafi, Dimyani.

Bunlardan Ebu Abdullah Tai, imam-ı Ebu Bekr Bakıllani’nin hocasıdır. Ebu’l Hasen Bahili de Ebu İshak isferani’nin ve hocası olan Ebu Bekr Fürek’in hocasıdır. Bu zat, önceden imamiyye fırkasından iken, Ebu’l-Hasen Eşari hazretleri ile yaptığı bir münazara ve ilmi mübahese sonunda hatasını anlayıp, imamiyye fırkasını terk edip, Ehl-i sünnet itikadına girdi, imam-ı Eşari’nin bildirdiği itikadı Basra’da yaydı, ibni Hafif ise, İmam-ı Eşari’nin en meşhur talebelerinden olup, (Şeyh-i Şiraziyyin) Şirazlıların şeyhi, üstadı ismiyle meşhur olmuştur.

Diğer meşhur bir talebesi olan Dimyani ile İbni Hafif, İmam-ı Eşari’nin münazara meclislerinde yanında bulunurlardı. Talebelerinden Ebu Abdullah Hameveyh es-Sayrafi, uzun müddet imam-ı Eşari’nin yanında bulunmuştur. Sonra memleketi Sirafa dönüp, orada ders verip, talebe yetiştirmiş; imam-ı Eşari’nin bildirdiği itikad bilgilerini memleketinde yaymıştır.

Şeyh Ebu Ali Zahir de, hocası imam-ı Eşari’den öğrendiği Ehl-i sünnet bilgilerini Horasan’da yaydı. Böylece imam-ı Eşari’nin bildirdiği itikad bilgileri, Ehl-i sünnet mezhebi, doğuda ve batıda yayıldı. Hicri 300 senesinden itibaren Irak havalisinde, İran’da yayıldı. Selçuklu devleti hükümdarlarının resmi mezhebi oldu. Daha sonra Atabekler tarafından müdafaa edilip, Şam ve Bağdat çevresinde yayıldı. Selahüddin Eyyübi Mısır’ı fethedince, orada da yayıldı.

Eserleri:
İmam-ı Eşari hazretlerinin eserleri, beş grupta toplanır:
1. Kırk yaşından önce mutezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan iptal etmiştir.
2. Felsefecilere, yahudi, hıristiyan ve mecusilere yazdığı reddiyeler.
3. Hariciye, mutezile, şia ve zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler.
4. Makalatlar
5. Kendisine sorulan suallere cevap olarak yazdığı risaleler ve diğerleri.

İmam-ı Eşari hazretlerinin pek çok eseri vardır. Bunları ibni Asakir “Tebyin” isimli eserinde, ibni Fürek’den nakledip, isimlerini yazmıştır, ibni Fûrek ise, “Ebu’l-Hasen el-Eşari, el-Umed (veya el-Gamed) adlı kitabında, kendi eserlerini saydığını bildirmektedir. Bu eserler, onun yanında dersini dinleyenlere söyleyerek yazdırdıkları, çeşitli İslam memleketlerinden sorulan suallere verdiği cevapları ihtiva eden, üçyüzyirmi senesine kadar yazdığı kitaplardır. Bundan sonra üçyüzyirmidört senesine kadar da pek çok eser yazmıştır” demektedir, İbni Fürek ayrıca, Ebu’l-Hasen el-Eşari’nin el-Umed adlı eserinde isimlerini bildirdiği eserlerden başka kitaplarını da bildirmektedir.

“El-Umed” adlı eserde bildirilen kitaplardan bazıları:
1) Kitab-ül-F’usül: Mülhidler (dinsizler), tabiatçı felsefeciler, dehriler, zamanın ve âlemin kadim olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapta; brehmenler, yahudiler, hıristiyanlar ve mecusilere de cevaplar vermiştir. Bu kitap büyük bir eserdir.

2) Mücez: On iki kitaptan ibarettir.
3) Halk-ül-efal
4) İstitaa hakkındaki kitap
5) Sıfatlar hakkındaki kitap

6) El-Luma fi’r-reddi ala ehli’z-zeygi ve’l bida’: Kur’an-ı kerim, Allahü teâlânın iradesi, Allahü teâlânın görülmesi, kader, istitaa, va’d ve va’id ve imamet meselelerinden bahseden on bölüm ihtiva eden kıymetli bir kitaptır, İmam-ı Eşari hazretlerinin bu mevzularda söyledikleri hakkında iyi bir kaynaktır. Yakın zamanda Mısır’da ve Beyrut’ta basılmıştır. Beyrut baskısında, ayrıca Richard J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve İngilizce’ye tercümesi vardır. Spitta, bu eseri hülasa ederek, Joselp Heli tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.

7) Risalet-ül-iman: Spitta bu kitabı Almancaya tercüme etmiştir.
8) Kitab-ul-Funün: Mulhidlere (dinsizlere) cevap olarak yazılmıştır.
9) Kitab-ün-Nevadir: Kelam ilminin inceliklerini anlatır.

10) Dehrilerin (dinsizlerin) Ehli tevhide karşı yaptıkları bütün itirazlarının toplandığı bir kitap.
11) El-Cevher fi’r-Reddi ala ehli’z-Zeygi vel-Münker.
12) Nazar, istidlal ve şartları hakkında Lübbai’nin suallerine verilen cevaplar.

13) Mekalat-ül-felasife: Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir. Kitap üç makaleyi ihtiva eder. Eserde ibni Kays ed-Dehri’nin bazı şüpheleri, Aristo’nun sema (gök) ve alem hakkındaki fikirleri çürütülmüş; hadiseleri, saadet ve şekaveti yıldızlara bağlıyanlara lazım gelen şeyler açıklanmıştır.

14) Cevab-ül-Horasaniyyin: Çeşitli meseleleri ihtiva eder.

El-Umed’de bildirilenlerden başka, ibni Fürek’in zikrettiği eserlerinden bazıları da şunlardır:
1) Tenasühe inananlar hakkındaki eser.
2) Mantıkçılara dair yazılan eser.
3) Hıristiyanlar hakkında yazılan kitap.
4) Delail-ün-nübüvve hakkındaki kitap.

İmam-ı Eşari’nin ayrıca: Risale ketebbiha ila ehli’s-sagr bi bab-ül-ebvab adlı eseri vardır. Kitap, Kafkas dağlarının Hazar denizi ile bitiştiği yerde bab-ül-ebvab (Demirkapı yahud Derbend) denilen kasabanın âlimlerine yazılmıştır. Bu eser, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerini geniş olarak anlatmaktadır.

Bunlardan başka şu eserleri de meşhurdur:
Makalat-ül-islamiyyin: Bu eserinde itikadi fırkalardan ve kelam ilminin ince meselelerinden bahsetmektedir. Matbudur.

El-ibane an usül-üd-diyane; Ehl-i sünnet dışı fırkaların reddi için yazılmış olup, bu husustaki delilleri içinde topladığı eseridir.

Kavl-ül-cumlat, Eshab-ül-hadis ve Ehlüs-Sünne fi’l-itikad (basılmamıştır.)
Risalet-ül-istihsan el-Havdu fi ilm-il-kelam, basılmıştır, ingilizce tercümesi vardır.

İzah-ül-Bürhan et-Tebyin ala usülid-din
Kitab-ül-ulüm
Tefsir-ül Kur’an- eş-Şerh vet-tafsil.

Doğru yolun temel bilgileri
İmam-ı Eşari hazretlerinin, Kafkas sıradağlarının Hazar Denizine ulaşan ucunda Bab-ül-ebvab (Demirkapı veya Derbend) denilen kasaba âlimlerine, Ehl-i sünnet itikadını bildirmek için yazdığı “Risaletün ila ehli’s-sagr” (Hudüd ahalisine bir mektub) adlı eserinde bazı bölümlerin tercümesi şöyledir:

Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi, doğru yola ulaştıran sünnet-i seniyyeye uymayı sevdirdi. Helake götüren bid’atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakînin (kat’i ve kuvvetli imanımızın) hasıl ettiği serinlik ve huzur ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi aziz kıldı. Bizi, Resulüne uyanlardan, Onun rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid’atlere dalıp, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp, cemaatle beraber olmayı ihsan etti.

Resulullaha salat-ü selam olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına davet etti. Allahü teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine mucizeler vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızasına nasıl ulaşılacağını Onun ile bildirdi, içlerinde kendisine delalet eden deliller bulunduğunu en açık bir şekilde haber verdi. Nihayet bâtıl, sönüp gitti. Hak, galip ve muzaffer olarak parladı.
Resulullah, Peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine nasihatte bulundu.

Şimdi! Ey Bab-ül-ebvab halkından olan âlimler ve büyükler! Allahü teâlâ sizleri yüce kudreti ile muhafaza buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medinet-üs-Selam’da (Bağdad’da) mektubunuzu aldım. Allahü teâlânın nimetleri içerisinde olduğunuzu, halinizin düzgünlüğünü yazıyorsunuz. Bu sebeple, kederim ve üzüntülerim dağıldı.

Allahü teâlâya çok şükrettim. Size olan ihsanını tamamlamasını, size ve bize olan nimetlerini artırması için Allahü teâlâya yalvardım. Duaları kabul eden Odur. Büyük lütuflarda bulunmak Ona layıktır.

Allahü teâlâ yardımcınız olsun. Geçen sene 267 (m. 881) bir takım sualler sormuştunuz.

Mektubunuzda bundan da bahsediyorsunuz. Verdiğim cevapları beğendiğinizi, faydalı olduğunu, doğruluğunu kabul ettiğinizi, şüphelerinizin gittiğini, sizi kendilerine inandırmak isteyen (o kimselerden) yüz çevirdiğinizi yazıyorsunuz.

Bunları okuyunca, dinde saptıranların, Resulüne uymaktan alıkoyanların şüphelerinden bizi ve sizi muhafaza buyurduğu için Allahü teâlâya hamd ettim.

Yine siz mektubunuzda, benden Selef-i salihinin asıl kabul edip, dayandıkları bazı hususları (yazmamı) istiyorsunuz.

Sonra gelenler de bu asıllara (bilgilere) uymak suretiyle, bid’at sahiplerinin düştüğü, Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyyeye muhalefet durumuna düşmekten kurtulmuşlardır. Bu bilgilere şiddetle ihtiyacınız olduğunu bildirdiğiniz için, size olan hürmetim ve üzerimdeki hakkınızdan dolayı, suallerinize ve isteklerinize cevap vermekte acele ettim.

Size bazı temel bilgileri, delilleri ile beraber bildirdim. Bu deliller, sizin Selef-i salihine tâbi olmakta haklı olduğunuzu, Ehli bid’atin ise, Selef-i salihine muhalefet edip, daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hata ettiklerini, bununla şer’i delillerden, Resulullahın bildirdiği şeylerden ayrıldıklarını gösterecektir. Yine bu delilleri red eden, Peygamberlerin getirdiklerini inkâr eden felsefecilerin yollarına uyduğunu da gösterecektir. Size ve söylediklerimi düşünen diğer kimselere söylenmesi gerekenleri söyledim. Allahü teâlâdan yardım dileyerek ve Ona güvenerek, sizin isteklerinizi yerine getirmekle, sevaba kavuşacağımı ümit ediyorum. Allahü teâlâ bana kâfidir ve O ne güzel vekildir.

Allahü teâlâ sizi doğru yola hidayet eylesin. Biliniz ki, Selef-i salihinin ve onların yolunda giden halefin (sonra gelen âlimlerin) yolu şudur:

Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamı bütün dünyaya Peygamber olarak gönderdiği zaman, insanlar, birbirine zıt bir takım fırkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir kısmı kitabi idi. Bunlar, Allahü teâlânın gönderdiği Tevrat ve İncil’i değiştirmişler, kendi uydurdukları şeyler ile insanları Allahü teâlâya davet ediyorlardı.

Bir kısmı felsefeci idi. Bunlar, akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde, yanlış neticelere varmaları sebebiyle, bir çok bâtıl ve yanlış yollar ortaya çıkmıştı.

Bir kısmı, brehmen idi. Bunlar, Allahü teâlânın Peygamberlerini inkâr ediyorlardı.

Bir kısmı, dehri idi. Bunlar da, kâinatın sonsuz olarak devam edeceğini, yok olmayacağını iddia ediyorlardı.

Bir kısmı, mecusi idi. Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri, bilmedikleri şeyleri iddia ediyorlardı.

Bir kısmı putperest idi. Bunlar, putlara tapıyorlardı. Bunlar da şaşkınlık içerisinde kalmışlardı.

Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam ise, insanların, kâinat ve içindekilerin sonradan yaratılmış birer mahluk olduğuna, onların hepsinin yaratıcısı, sahibi ve maliki olan Allahü teâlânın varlığı ve birliği inancına davet etti.

Onlara, üzerinde bulundukları yolun yanlış olduğunu, böyle bâtıl yolları terk etmelerini istedi. Resulullah onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise, Allahü teâlâdan bildirdiği hususlarda doğru olduğunu, apaçık âyetler ve mucizelerle ispat etti. Sonra Allahü teâlâya nasıl kulluk edileceğini açıkladı. Allahü teâlâ Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı bunları insanlara bildirmesi ve izah etmesi için gönderdi. Resulullah, insanlara, kendilerinde dil, suret ve daha başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliğin ise onların sonradan yaratılmış olduklarını gösterdiğini bildirdiği gibi, gerek kendilerinde ve gerekse, onların dışındaki varlıklarda, Allahü teâlânın varlığına, iradesine ve tedbirine delalet eden şeyler ile, Allahü teâlâyı tanıma yolunu da bildirdi. Şöyle ki; Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde mealen, “Arzda da gerçekten tasdik edenler için birçok ibretler vardır. Nefslerinizde de (hücrelerde vücut yapınıza kadar;) bir çok alametler vardır (ki, hep Allahü teâlânın kudretine, ilmine azamet ve iradesine delalet ederler;) Hâlâ görmeyecek misiniz” buyurdu. (Zariyat 20-21)

Yine, insanın yaratılış safhaları, suret ve şekillerindeki değişik durumlara da mealen şu âyet-i kerime ile işaret buyuruldu:
“Andolsun ki, Biz insanı (Âdem’i) şüphesiz ki, çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem’in neslini, sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (az bir su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler haline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratışla (ruh ve nutuk verip) insan haline getirdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şanı ne kadar yücedir.” (Müminun 12-13-14)

Bunlar, Allahü teâlânın varlığının muhakkak lazım olduğunu ifade eden, Onun irade ve tedbirine delalet eden en açık delillerdendir.

İnsan çamur özünden yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara kabiliyeti vardır. Fakat, insanın başka bir suretle değil de, kendisine has özellikleriyle malum olan ve en güzel surette meydana gelmesi mutlaka bir yaratıcının varlığını göstermektedir.

İnsana baktığımızda şunları görüyoruz:
1- İnsanın başka varlıklarda bulunmayan, kendisine mahsus bir sureti vardır.

2- İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek, tatmak gibi, ihtiyaçlarını temin edebilmesi için hazırlanmış bir takım vasıtalara (duyu organları) sahiptir.

3- İhtiyaç hasıl oldukça, tertip üzere hazırlanmış gıda aletleri, mesela, yeni doğmuş çocuk gıdasını, önce annesini emmek suretiyle temin eder. Çünkü o, bu sırada dişsizdir. Gıdasını kendiliğinden temin edemez. Bir müddet sonra, dişlerle donatılır. Gıdasını yemekle elde eder.
4- Ağızdan alınan gıdalar, mideye gelir. Mide, kendisine ulaşan gıdaları pişirir. Bu gıdalara öyle bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan geçerek, tâ saçlara ve tırnaklara kadar ulaşır.

5- Karaciğer, öd (safra) çıkarmak, vücudun şeker durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar zararsız hale getirmek gibi bazı vazifeler için hazırlanmıştır.

6- Akciğer, dışarıdan temiz havayı (oksijen) alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve kandan (karbondioksit alarak) kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için hazırlanmıştır.

7- Ayrıca alınan gıdalardaki fazlalıkların atılması için gerekli aletler (a’zalar). Bunlardan başka, tesadüfi olarak düşünülmesi imkansız olan, mutlaka bunları tertip ve düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamayacak kadar çok şey vardır.

Bütün bunların çamur özü ve su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması, mutlaka bir yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl sahibi anlar. Aynı şekilde, bir plan dairesinde düzenleyen, kasteden bir bina yapıcısı olmadan, bir binanın meydana gelmesi bile mümkün olmayınca, yukarıda saydığımız hallerin de bir yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile kendiliklerinden, tertip ve düzen içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.

Sonra Allahü teâlâ mealen: “Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösterir, kesin deliller vardır” âyet-i kerimesiyle [Al-i imran 190] bu hususu (Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığı, bunları Allahü teâlânın yarattığını) ve bunda çeşitli hikmetler bulunduğunu daha ziyade beyan eyledi. Feleklerin (Dünya, Ay, Güneş v.s.) hareketiyle, meydana gelen faydaların büyüklüğüne ve miktarına işaret buyuruldu.

Mesela, gece, insanların istirahatı olduğu gibi ve mahsüllerine fazla gelen güneş hararetini (sıcaklığını) serinletmektedir.

Gündüz ise, mahlukatın dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini temin etmeleri için yaratılmıştır. Eğer devamlı gece olsa idi, karanlık, onların fayda temin edecek şeylerin peşine düşüp, bunları elde etmeye mani olacaktı. Aynı şekilde devamlı gündüz olsa idi, bu da zararlı olurdu. Gündüzün aydınlığı fırsat bilinerek takatin (gücün) üstünde hırsla çalışılır, kâfi miktarda istirahat etmedikleri için insanlar helak olurlardı.

Bundan dolayı, onlara, çalışmaları için takatlarını geçmeyecek şekilde, zamanın bir kısmı gündüz, istirahatları için yeterli bir miktarı da gece kılındı. Böylece, onların halleri mutedil (normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün sıcaklığından, kendileri, ekinleri, malları ve hayvanları için lazım olan kadarını alacaklardır.

Böyle yapmakla, Allahü teâlâ mahlukatına merhamet buyurmuş, lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Yine, mahlukatı kuşatan renk tabakası, onların gözlerine münasip ve muvafık gelen renklerden yaratılmıştır. Eğer bu renk, şimdi alemi saran renkten olmasaydı, gözleri bozacaktı.

Cisimlerin büyük ve ağır olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan hükümlerin (kanunların); Allahü teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, mealen “Doğrusu, gökleri ve yeri zeval bulmaktan Allahü teâlâ koruyup, tutuyor. Andolsun ki zeval bulurlarsa, onları Ondan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, hâlimdir. Azap için acele etmez, gafurdur (çok bağışlayıcıdır) âyet-i kerimesiyle işaret buyuruldu. (Fatır 41)
Bu âyet-i kerime ile bize, yer ve göklerin yerlerinde durmalarının Allahü teâlâdan başkası tarafından olmadığı ve onları bir durduran olmadan da yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı bildirildi.

Sonra felsefecilerin tabiatçı inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan meyvelerin ancak, yer, su, ateş ve havanın tesiri ile meydana geldiği hakkındaki iddialarının bozukluğunu bize; Allahü teâlâ mealen “Arzda birbirine komşu kıt’alar (kara parçaları), üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Halbuki yemişlerin de bazısını bazısına üstün kılıyoruz. (Tad, renk ve kıymetleri başka başkadır.) Şüphesiz ki, bunlarda da düşünen bir topluluk için pek çok ibretler (alametler) vardır” buyurdu. (Rad 4)

Daha sonra Allahü teâlâ, her şeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin intizam ve tertip dairesinde cereyan etmesi ile delil getirdi. Allahü teâlâ işlerinde hiçbir ortağı bulunmadığını mealen, “Eğer yer ile gökte, Allah’tan başka ilahlar olsaydı, bunların ikisi de fesada uğrar, yok olurdu” âyet-i kerimesi ile bildirdi. (Enbiya 22)

Sonra, önce yaratıldıklarını kabul ettikleri halde, öldükten sonra tekrar diriltilmeyi inkâr edenlere karşı tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu bildirdi. Onlar tekrar yaratılmayı uzak görerek, çürümüş kemikleri kim diriltecek dedikleri zaman mealen “(Ey Resulüm) de ki: “Onları ilk defa yaratan diriltir ve O her yaratılanı tamamiyle bilir” buyurdu. (Yasin 79)
Sonra bunu onlara: Mealen “O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz” âyet-i kerimesi ile beyan eyledi. (Yasin 80)

Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve rüzgar sebebi ile biri diğerine sürtülünce tutuşan uşar ve murah denilen ağaçlardan ateşin çıkarılmasını, çürümüş kemiklere, parçalanmış derilere, hayatı iade etmenin caiz olduğuna delil getirdi. (Uşar ile murah) eskiden Arapların ateş çıkarmak için kullandıkları iki ağaçtır.)

Sonra putlara tapanların yüzlerine vurarak, kendi yonttukları şeylere ibadet etmenin bozukluğunu mealen, “Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” kavli ile beyan etti. (Saffat 95)

Sonra mealen “Sizi de, yaptıklarınızı da Allahü teâlâ yarattı” buyurdu. (Saffat 96)

Böylece putlara değil, kendisine ibadetin vacip olduğunu beyan etti. Eğer sizin yontmanız olmadan, put, put olmuyorsa, Allahü teâlânın yaratması olmadan da, sizin suret ve heyetlerinizin olmayacağı, evvel emirde (kolayca) bilinen bir şeydir. Bundan dolayı, sizi ve sizin yonttuğunuzu yaratmak sureti ile, yonttuğunuz şeyleri de ben yaratmış olduğumdan, ibadete onlar değil ben layığım; çünkü sizi, işlerinizi yapmanıza muktedir kılan benim, buyuruyor.

Allahü teâlâ. Peygamberlerini inkâr edenleri de Enam suresi 91. âyet-i kerimesinde red buyurdu. Mealen; “Yahudiler, Allahü teâlânın kadrini, gereği gibi tanıyamadılar. Çünkü: “Allah hiçbir insana bir şey indirmedi” dediler. (Vahy ve kitapları inkâr ettiler.) Onlara de ki: “Musa’nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de parça parça kağıtlar haline koyup hesabınıza geleni açıkladığınız fakat çoğunu gizlediğiniz o kitabı kim indirdi? Sizin bilmediğiniz ve atalarınızın da bilmediği şeyler, size (Peygamber diliyle Kur’an-ı kerimde) öğretilmiştir. Ey Resulüm! Sen, Allah (indirdi) de! Sonra onları bırak. Bâtıl dedikodularında oynaya dursunlar.”
Nisa suresi 165. âyet-i kerimesinde ise mealen: “(iman edenleri Cennetle) müjdeleyici, (küfredenleri Cehennemle) korkutucu olarak Peygamberler gönderdik ki, bu Peygamberlerin gelişinden sonra insanların (yarın) kıyamette “Bizi imana çağıran olmadı” diye Allahü teâlâya bir hüccet ve özürleri olmasın” buyuruldu.

Resulullahın Ehl-i kitaba karşı onların kitaplarında, kendi vasıflarının bildirilmesi, isim ve hususiyetlerine işaretlerin bulunması ile delil getirdi. Ehl-i kitap bunları gizledi.

Allahü teâlâ, Resulullaha hak Peygamber olduğu ve bildirdiklerinin doğru olduğu hakkında, mucizelerle yardım eyledi. Resulullaha en büyük mucize olarak Kur’an-ı kerim verildi. Müşrikler, Kur’an-ı kerimin Allahü teâlânın kelamı olduğuna inanmıyorlar, Hazret-i Muhammed’in sözüdür, diyorlardı. Allahü teâlâ, o zaman en fasih ve edebiyatta zirveye ulaşmış olanlarından, Kur’an-ı kerimin on suresi veya bir suresi gibi bir söz söylemelerini istedi, insanlar ve cinler bir araya gelseler bunu yapamayacaklarını bildirdi. Nitekim onlar, böyle bir söz söylemekten aciz kaldılar. Böylece onların, Resulullaha iman etmeme hususunda özürleri ortadan kalkmış oldu.

Hazret-i Musa da Firavun’un sihirbazlarını, asasıyla rezil ve rüsva etmekle, hem sihirbazların ve hem de diğer insanların kendisine iman etmeme mazeretlerini gidermişti. Musa aleyhisselamın asasından meydana gelen harikulade hallerin kendi güçleri dışında olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin hatırlarından bile geçmediğine, böyle bir şeyi ancak Allahü teâlânın yapacağına, hem sihirbazları ve hem de başkaları kanaat getirdi. (Nihayet, bu mucize karşısında sihirbazlar, Hazret-i Musa’ya iman ettiler.)

Hazret-i İsa da ölüleri ilaçsız diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi alaca olanları iyileştirmek, o zamanda insanları aciz bırakan şeylerle (mucizelerle), o devre göre tıpta en yüksek dereceye ulaşan tabiplerin kendisine inanmama mazeretlerini ortadan kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allahü teâlânın yardım ettiği bir kimse yapabilirdi.)

Resulullah da, kendi kavminden olan, edebiyatta yüksek dereceye ulaşan edebiyatçıların, kendisine iman etmeme hususunda bu mazeretlerini bertaraf etti. Çünkü, Kur’an-ı kerimin edebi yüksekliğini onlar da kabul ediyorlardı.

İşte Resulullah efendimiz, yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış kimselere, getirdiği deliller ve mucizelerle, yollarının bozuk olduğunu, davet ettiği yolun ise doğru olduğunu anlatıyordu. Resulullah efendimiz, onlara daima karşısında duramayacakları deliller getirdiği, aralarında uzun müddet kaldığı halde, fevkalade ihtiraslarından dolayı, iman etme şerefine kavuşamadılar.

Allahü teâlânın Resulullaha verdiği mucizelerden bazısı şöyledir:
Şiddetli açlık vakitlerinde, kalabalık cemaatı, az bir yiyecek ile doyurması, susuzluk zamanlarında, mübarek parmakları arasında fışkıran suyla, hayvanları ve sahiplerini kanana kadar su içirmesi, kurdun kendisine konuşması, kızartılmış koyunun ben zehirliyim diye haber vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması üzerine ağacın yerinden sökülerek huzurlarına gelmesi, emri üzerine ağacın tekrar yerine gitmesi, insanlar kalblerinde saklayıp da haber vermesini istedikleri şeyleri haber vermesi.

Allahü teâlâ gizliyi, gizliden daha gizli olanları da bilir. Her şey Onun yanında hazır gibidir. Yer ve gökte hiç bir şey ondan gizli kalamaz.

Kıyamet günü müminler Allahü teâlâyı göreceklerdir. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde mealen: “Nice yüzler vardır ki, o gün (kıyamette) güzelliği ile parıldar. (O yüzleri) Rablerine bakar” buyurmaktadır. (Kıyamet 22-23)

Resulullah da:
“Ayı gördüğünüz gibi, kıyamet gününde Rabbinizi mutlaka göreceksiniz. Onu görmekte güçlük çekmeyeceksiniz” buyurmaktadır.

Allahü teâlâ yarattıklarından hiçbirine muhtaç değildir. O istediğini saptırır, istediğini hidayetiyle doğru yola iletir, istediğini aziz, istediğini fakir, istediğini zengin eder. Onun işlerinde asla noksanlık yoktur. O, her şeyin mutlak sahibi ve malikidir. O istediğini yapar.

Allahü teâlâ mahlukatını iki kısma ayırdı. Cennete gidecekleri, isimleri ve babalarının isimleri ile beraber yazdı. Cehenneme gideceklerin isimlerini de yazdı. Resulullah efendimizle Hazret-i Ömer arasında şöyle bir konuşma oldu. Hazret-i Ömer Peygamber efendimize “Ya Resulallah! Bizim evvelce hesap ve kitabımız görülüp bitmiş mi, yoksa, daha yeni başlanmış bir iş mi?” diye sorunca, Resulullah efendimiz: “[Allahü teâlâ ezeli ilmi ile kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğunu bildiği için] Bunlar, hesabı ve kitabı görülüp bitmiş işlerdir” buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: “Öyleyse niçin ameller yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz) ya Resulallah?” diye sorunca Peygamber efendimiz: “İbadet yapınız! Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur” buyurdu.

[İnsanın işlerini Allahü teâlânın ezelde takdir etmesi demek, insanın neleri irade edeceğini bilmesi ve dilemesi demektir. Bunları Levh-i mahfuz’da yazmıştır. Böyle olduğu için, kulun mecbur olması gerekmez.

Takvimlere, bir sene içinde güneşin ne zaman doğup, ne zaman batacağı, hesaplanarak yazılmıştır. Güneş, takvimde bildirilen saatlerde doğup batar. Güneş, takvime öyle yazıldı diye bilinen saatlerde doğup batmaz. Takvime yazılması, güneşin doğmasına ve batmasına tesir etmez.

İşte Allahü teâlânın da, ezeli ilmi ile, kulların kendi istekleri ile günah veya sevap işleyeceklerini bilmesi, kulların işlerine cebri bir müdahale değildir.]

Allahü teâlâya ve Peygamber efendimizin iman etmeye davet ettiği şeylere iman eden kimseleri, küfürden başka hiçbir günah imandan çıkarmaz, imanlarını, ancak küfür giderir. Ehl-i kıble, günahları sebebiyle imandan çıkmayıp, dinin bütün emirleriyle mükelleftirler.

Ehl-i kıbleden olup, günahkâr olanları da, Allahü teâlâ mealen: “Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi (dirseklerinizle beraber) yıkayın, başınızı mesh edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın” Maide suresi, 6. âyet-i kerimesi ile mümin diye isimlendirmiştir. Eğer akidesi bozuk olan Kaderiyye’nin [ve vehhabilerin] dediği gibi günahkârlar, günahları sebebiyle imandan çıkmış olsalardı, onlara abdest farz olmazdı. Allahü teâlânın hitabı da bütün müminlere değil, yalnız itaat edenlere olurdu. Yine Allahü teâlâ, mealen “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman, Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz kılmaya) koşunuz. Alış-verişi bırakın” buyurdu. (Cum’a 9)

Bu hitabı yalnız itaat edenlere tahsis buyurmadı. Bu hitap aynı zaman da günahkârları da içerisine almaktadır.

Küfrü gerektiren bid’at ve işlerden başka herhangi bir günahı yaparak, günahkâr olanlardan hiçbir kimse hakkında Cehennemliktir diye hükmedilemez. Allah’ın ve Resulünün Cennetle müjdelediklerinden başka hiçbir müslüman için isim vererek Cennetliktir denilemez.

Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde mealen, “Muhakkak ki, Allahü teâlâ, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını dilediği kimseden mağfiret buyurur (affeder)” âyet-i kerimesi ile delalet ediyor. (Nisa 6)

Çünkü, Allahü teâlâ kendisi haber vermedikçe, asiler hakkındaki iradesinin ne olduğunu bilmeye kimse için yol yoktur. Peygamber efendimiz: “Ehl-i kıbleden hiç kimseyi, kendi kendinize Cennete, yahut Cehenneme koymayınız” buyurdu.

İnsanların amellerini yazan hafaza melekleri vardır. Allahü teâlâ bu hususa mealen, “Halbuki üzerinde gözetleyici melekler var. (Amellerinizi yazan ve Allah katında) kerim olan katip melekler var” âyet-i kerimesi ile delalet buyurdu. (İnfitar 10-11)

Kabir azabı haktır, insanlar, kabirlerinde diriltildikten sonra imtihan edilecek.

Kabirde sual sorulacak, Allahü teâlâ dilediği kimseye cevap vermeyi kolaylaştıracaktır. Kıyamet günü ilk sur üfürülünce, göklerde olanlar ve Allahü teâlânın diledikleri bayılıp düşecek, (ölecekler) ikinci surun üfürülmesi üzerine hepsi bakarak ayağa kalkacaklar (dirilecekler). Allahü teâlâ insanları, ilk yaratmasında olduğu gibi, yalın ayak ve çıplak olarak diriltecek, (Dünyada iken) Allahü teâlâya itaat eden ve isyan eden bedenler, kıyamet günü diriltilecektir. Yine dünyada iken sevap ve günah işleyen eller, ayaklar ve diller de diriltilecek, sahipleri hakkında şahidlik edeceklerdir. Allahü teâlâ insanların amellerini tartmak için terazi koyacak. Kimin sevabı ağır gelirse, o kurtulacaktır. Kimin de sevabı hafif gelirse, hüsran ve zarara uğrayacaktır. Kıyamet gününde insanlara, amel defterleri verilecek. Amel defteri sağ eline verilen kimsenin hesabı kolay görülecektir. Amel defteri sol eline verilenler azap göreceklerdir.

Sırat, Cehennem üzerine kurulmuş bir köprüdür, insanlar oradan amellerine göre süratli veya yavaş olarak geçecekler. [Yalnız kıyamette köprü, terazi vardır denince, dünyadaki köprü ve teraziler akla gelmemelidir. Sırat köprüsü için de durum böyledir. Ahirette amellerin tartılması için terazi kurulacağına inanmalı, fakat nasıl, ne şekilde olduğunu düşünmemelidir. Mesela, (Sınıf geçmek için imtihan köprüsünden geçilir) diyoruz. Halbuki imtihanın köprüye benzer tarafı yoktur. Sırat köprüsü de, bilinen köprülere veya imtihan köprüsüne hiç benzemez. (S.Ebediyye)]

Kalbinde zerre miktarı imanı olan kimse, Cehennemde günahı kadar yandıktan sonra, Cehennemden çıkacaktır.

Resulullahın şefaati, ümmetinden büyük günah sahipleri için olacaktır.

Ümmetinden bir kavmi yanıp, kara kömür olduktan sonra ateşten çıkarılarak hayat nehrine atılacaklar, vücudu hiç azap görmemiş gibi terü taze olacak. Kıyamet gününde Resulullahın havzı bulunup, içmek için ümmeti oraya gelecektir. Ondan içen kimse, bir daha susamıyacaktır.Tuttukları doğru yolu; Peygamber efendimizden sonra değiştirenler, o havuzdan uzaklaştırılacaklar.

Resulullahın mirac gecesi semaya çıkarıldığına dair habere iman etmek vaciptir.

Deccal’e, İsa aleyhisselamın inerek Deccal’i öldüreceğine, güneşin batıdan doğacağına, Dabbet-ül-ardın çıkacağına ve bunlardan başka, sika (güvenilir) zatların Peygamberden bize nakledip, doğruluğunu bildirdikleri, diğerleri gibi kıyametten önce vukua geleceklerine dair tevatür ile bildirilen diğer alametler hakkında gelen haberlere iman etmek lazımdır.

Peygamber efendimizin, gerek Allahü teâlânın kitabında ve gerekse sahih olan hadis-i şeriflerinde, bütün getirdiklerini tasdik etmeye, bunların muhkemleriyle amel, müşkil, müteşabih olanların nassını ikrar etmenin (kabul etmenin) tefsirini, ilim ihata edemeyecek olanların hakikatini, ilmi ilahiyeye havale etmek vaciptir.

Müminlerin üzerine, emr-i maruf ve nehy-i anil-münker (iyiliği emredip, kötülükten alıkoyma) vaciptir. Muktedir olurlarsa, yapılan kötülüğe el ve dil ile mani olurlar. Muktedir olmazlarsa kalbleri ile o işi kötü görürler.

Peygamber efendimizin hadis-i şerifi gereğince, asırların hayırlısı, Eshab-ı kiramın zamanıdır (asrıdır) Sonra Tabiin ve Tebe-i tabiin asırlarıdır.

Eshab-ı kiramın en üstünü, Bedir muharebesine katılanlardır. Bunların en üstünü, Aşere-i mübeşşeredir (Cennetle müjdelenen on Sahabi). Aşere-i mübeşşerenin en üstünü dört halifedir. [Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali (radıyallahü teâlâ anhüm)] Bunların halifelikleri, o zamandaki müslümanların rızası ile olmuştur. Müslümanlar bu tertip üzere ittifak ettiler (birleştiler).

Muhacir ve Ensardan ibaret olan Bedir ehli arasında, Aşere-i mübeşşereden sonra efdaliyet, hicret ve önce müslüman olmaya göredir. Peygamberimizin da’vet ettiği şeylere iman ederek, bir saat olsun kendisi ile görüşen yahut onu bir defa gören Eshab-ı kiram, Tabiinden üstündür.

Eshab-ı kiram için, haklarında söylenen hayır sözlerden başkasından sakınmalıdır. Onların iyiliklerini yaymalı, yaptıkları işler için sahih ve doğru tevil yolları aramalı, takip ettikleri yolun en iyi yol olduğuna hüsni zan etmelidir.

[Eshab-ı kiram arasında olan muharebeleri iyi sebeplerden dolayı bilmelidir. Bu ayrılıklar, nefsin arzuları, mevki, rütbe, sandalye kapmak, başa geçmek sevgisinden dolayı değildi. Çünkü, bütün bunlar, nefs-i emmarenin kötülükleridir. Eshab-ı kiramın nefsleri ise, insanların en iyisinin (aleyhisselam) sohbetinde, karşısında tertemiz olmuştu.

Şu kadar var ki, Emir’in yani Hazret-i Ali’nin halifeliği zamanında olan muharebelerde, o haklı idi. Ondan ayrılan hata etti. Fakat ictihad hatası olduğundan bir şey denemez. Nerde kaldı ki, fasık denilsin, ictihad hatası, fısk, günah değildir. Hatta ayıplamaya bile izin yoktur. Çünkü, ictihadda hata edene de bir sevap vardır. Eshab-ı kiramın hepsi müctehid idi. Hepsi adil idi.

Herbirinin verdiği haber makbul idi. Hazret-i Ali’ye uyanların ve ondan ayrılanların verdikleri haberler, doğrulukta ve güvenilmekte farksız idi. Aralarındaki muharebeler, itimadın gitmesine mani olmamıştır.

O halde hepsini sevmek lazımdır. Çünkü, onları sevmek, Peygamber efendimizin sevgisinden dolayıdır. Bir hadis-i şerifte, “Onları seven, beni sevdiği için sever” buyurulmuştur. Onlara düşmanlık, Peygamberimize düşmanlık olur. Hadis-i şerifte, “Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder” buyurulmuştur. O büyükleri tazim etmek, hürmet etmektir. Onlara hürmetsizlik, tahkir etmek, Onu tahkirdir. Evliyanın büyüklerinden Ebu Bekr-i Şibli buyuruyor ki: “Eshab-ı kirama tazim etmeyen, kıymet vermeyen bir kimse, Resulullaha iman etmemiş olur.”] Bu hususta Selef-i salihin, Peygamber efendimizin “Eshabımı zikrederlerse, siz kendinizi tutunuz” hadis-i şerifine uydular. Ehli ilim, bu hadis-i şerifin manası için “iyiliklerinden başkası ile onları zikretmeyiniz (anmayınız) demektir, dediler.

Yine Peygamber efendimiz: “Eshabım hakkında bana eziyet etmeyiniz. Nefsim kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, eğer sizin biriniz hayır yolunda Uhud dağı kadar altın infak etse, onların küçük ölçek, hatta yarım ölçeklerine bile varamazsınız” buyurdu. Yine Allahü teâlâ mealen “Muhammed (aleyhisselam) Allahü teâlânın Peygamberidir. Onun beraberinde bulunanlar (Eshab-ı kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler. Onları rüku ve secde eder halde (namaz kılarken) Allahü teâlâdan sevap ve rıza, istediklerini görürsün. Secde eserinden (çok namaz kılmaları yüzünden meydana gelen) nişanları yüzlerindedir. İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur” âyet-i kerimesi ile meth ve sena eyledi. (Feth 29)

Şeyhaynın (yani Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’in), diğer bütün ümmetten üstün olduğu muhakkaktır. Buna inanmayan ya cahildir veya inatçıdır.

Yakub aleyhisselamın oğulları arasında meydana gelen işler, onların kıymetini düşürmeyeceği gibi, dünya işlerinde, Eshab-ı kiram arasında olup-biten işler de onların kadr-u kıymetlerini düşürmez. İster icma ettikleri, ister ihtilaf ettikleri şeylerde olsun, Selef-i salihinin sözlerinin dışına çıkmak hiçbir kimseye caiz değildir.

Peygamber efendimizin, “Ehli havaric Cehennemin kelbleridir” ve “iki fırka var ki, onlara şefaat etmem; mürcie ve kaderiyye” diye rivayet edilen, hadis-i şeriflerine binaen Eshab-ı kiramı sevmeyenler, hariciler, kaderiyye ve mürcieden ibaret olan Ehl-i bid’ati zem ve onlardan uzak olup, onlarla beraber olmamak gerektiğini islam âlimleri bildirmişlerdir.

Yine Peygamber efendimiz, “Kaderiyye bu ümmetin mecusileridir” buyurdu.

Bunlar, Allahü teâlânın yaratması gibi yaratabileceklerini iddia ettiler.

Müslümanların birbirlerine iyilik etmesi ve sevişmesi lazımdır. Fakat Peygamberimizin Eshabından birisini, yahut Ehl-i beytini ve ezvacını (mübarek zevcelerini) kötüleyenlerden uzaklaşmak gerekir.

İşte Selef-i salihinin üzerinde bulunduğu temel bilgiler bunlardır. Selef-i salihin, bilgilerde kitap ve sünnetin hükmüne tâbi oldular. Halef (sonra gelen âlimler) de bu hususta onlara uydu. Allahü teâlâ bizi ve sizi faydalandırsın.)

EŞ´ÂRİLİK


Mutezilîlerin fıkıh ve hadis âlimlerine karşı giriştikleri hücum şiddetlenmişti. Bunların hücumlarından ne bir tanınan fıkıh âlimi, ne de meşhur bir muhaddis kurtulabilmişti. Bu sebeple insanlar Mute-zililerden nefret etmişlerdi ve bunların adlan belâ ve musibetlerle anılırdı. Gitgide düşmanlık daha da kökleşmişti. Öyleki insanlar Mu­tezilîlerin iyiliklerini İslâmı savunmalarım, îslâm uğrunda çektikleri eziyetleri, zındıklara ve nefsine uyanlara karşı koymalarını unuttu­lar. Bunları, insanlar; halifeleri, her takva sahibi imamı ve her doğ­ru yolu gösteren muhaddîsi sorguya çekmeleri için kışkırtanlar şek­linde anıyorlardı.

Mütevekkil adlı halife, iktidara gelip Mutezilileri çeşresinden uzaklaştırıp, hasımlarını kendisine yaklaştırınca ve âlimlerden zin­cirleri çözünce fıkıh âlimleri ve inanç meselelerini sünnetin ışığında anlamaya çalışan hadis âlimleriyîe bunlara karşı koymaya girişti. Mutezilîlerin tartışma usûlünü iyi bilen ve onların görüşlerini kabul­lenmeyen bazı âlimler onlarla sert tartışmalara giriştiler. Arkaların­dan avam tabakası bunları destekliyor, bir kısım havas da bunlara katılıyordu. Ayrıca halifeler de bu âlimlere yardım ediyordu.

H.z yüzyılın sonlarına doğru ortaya gayret ve metanetleri ile seçilen iki âlim zât çıktı. Bunlardan biri Basra´da ortaya çıkan Ebu el-Hasen el-Eş´arî, diğeri ise Semerkant´da bulunan Ebu Mansur el-Mâtûridî idi, İmam-ı Eş´arî ile İmam-ı Mâtûridi´nin Mutezile mez­hebine yakın ve uzak olma derecelerine göre aralarında ihtilaf bulun­masına rağmen, bunların her ikisi de Mutezileye karşı çıkmakta tam bir ittifak içinde idi.

Şimdi Ebu el-Hasen el-Eş´ari´yi anlatalım; daha sonra söz Matû-ridî´ye gelsin. İmam-ı Eş´ari H, 280 da CM. 873) Basra´da doğdu. H. 330 küsurda M. 935) vefat etti. İmam-ı Eş´ari üm-i kelâmı Mutezill-lerden tahsil etti. Onun devrindeki Mutezili hocası Ebu Ali el-Cübbâİ´-ye talebelik yaptı. İmam-ı Eş´ari konuşmasını çok iyi bildiği ve yaşlı bir kimse olduğu için, hocasının yerine kendisi tartışmaları yürü­türdü.

İmam-ı Eş´ari, Mutezilîlerin sofralarından gıdalanması ve düşün­ce ürünlerinden faydalanmasına rağmen, Mutezilîlerden düşünce ba­kımından uzaklaşmaya karar verdi. Fıkıh ve hadis âlimlerinin gö­rüşlerine meyletti, halbuki Eş´arî fıkıh ve hadis âlimlerinin meclisle­rinde bulunmamış ve akaîd ilmini bunların metoduyla okumamıştı. İşte bu nedenle İmam-ı Eş´arî belirli bir süre evinden dışarı çıkmadı. Mutezile ve ehl-i sünnet fırkalarının delillerini karşılaştırdı. Netice­de belirli bir görüşe vardı, bunun üzerine evinden dışarı çıktı. İn­sanları bir araya toplanmaya çağırdı, cum´a günü Basra şehrinde bulunan «el-Mescid el-Câm» adlı caminin minberine çıktı ve insan­lara şunları söyledi:

Ey insanlar! Şüphesiz ki beni tanıyan tanımıştır, tanımaya­na ise şimdi kendimi tanıtacağım. Ben filan oğlu filanım. Kur´an-ı Kerim´in mahluk olduğunu, Allah´u Tealâ´mn âhiretde gözle görü­lemeyeceğini, kötü fiillerin benim gibi kullar tarafından yapıldığım söylerdim. Şimdi ise ben tevbe ettim, kesinlikle vaz geçtim. Mutezililere karşı çıkmaya ve onların rezilliklerini ortaya koymaya karar verdim.

Ey insanlar topluluğu! Bu müddet zarfında sizin gözünüzden kayboldum. Çünkü ben delilleri inceliyordum, bana göre deliller birbirine denk geldi ve bunlardan herhangi biri diğerine tercihe şayan olmadı. Bunun üzerine Allah´ü Tealâ´dan bana doğru yolu gös­termesini diledim. O da bana şu kitaplara yazdığın; itikadı ilham et­ti. Şu elbisemden soyunduğum gibi, şimdiye kadar inandığım eski şeylerden soyundum.» Eş´ari bunları söyledi ve üzerinde bulunan el­bisesini çıkardı, fıkıh ve hadis âlimlerinden oluşan ehl-i sünnet vel-cemaat yoluna göre yazdığı şeyleri insanlara dağıttı.

Eş´arî «el-îbâne» adlı kitabının önsözünde kısaca mezhebini ve Mutezileye karşı tenkidlerini izah etmiştir. Kitabın önsözünde Al­lah´a ´hamd ve senadan sonra şunlar zikredilmektedir: «Bundan son­ra… Mutezilîler ve Kadercilerden bir çoğu heva ve heveslerine uya­rak ileri gelenlerini ve geçmişlerini taklid etmeye girişmişlerdir. Bun­lar Kur´an-ı Kerîm´i kendi görüşlerine göre yorumlamışlardır. Bu görüşlerine dâir Allah´u Tealâ, ne bir delil indirmiş rxe de onu açıkla­mıştır. Onlar bu görüşlerini ne âlemlerin Rabbi´nin Peygamberi olan Hz. Muhammed´den ve ne de selef-İ salibinden almışlardır… Bun­lar, Allah´u Tealâ´nın, âhirette gözle görüleceğine dair sahabe-i kiram´ın Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´den rivayet ettiği hadis-i şe­riflere muhalefet etmişlerdir. Halbuki bu rivayetler çeşitli yollarla gelmiş, bu husustaki nasslar mütevâtir derecesine ulaşmış ve haber­ler bolca intikal etmiştir.

Yine bunlar Resulullah (S.A.V.)´in şefaatini inkâr etmişler bu hususta selef-i sâlihîn´den gelen rivayeti kabul etmemişlerdir. Yine bunlar kabir azabını inkâr etmişler, kâfirlerin kabirlerinde azâb gör­düklerini kabul etmemişlerdir. Halbuki bu hususta sahabe-i kiram ve tabiîn ittifak etmişlerdir. Keza bunlar, Kur´an-ı Kerim´in mahluk olduğuna inanmışlar, böylece «Bu sadece* bir insan sözüdür.»[1] diyen mûşrîk kardeşlerinin benzeri bir söz söylemişlerdir. Bunlar, Kur´­an-ı Kerim´in insan sözü gibi olduğunu zannetmişlerdir.

Bu Mutezililer, kötü işlerin kullar tarafından yaratıldığına inan­mışlar ve isbat etmeye çalışmışlardır. Böylece iki yaratıcının bulun­duğunu bunlardan birinin hayrı, diğerinin ise şerri yarattığını iddia eden mecûsilerin inancına benzer bir söz söylemişlerdir.

Bunlar, Allah´u Tealâ´nın, olmayan bir şeyi dileyebileceğini ve di­lediği bir şeyinde olmayabileceğini zannetmişler, böylece bütün müs-lümanlarm Allah´ın dilediği olur, dilemediği ise olmaz şeklin­de üzerinde ittifak ettikleri inançlarına muhalefet etmişler ve Al­lah´u Tealâ´nm şu âyet-i ceîilelerini reddetmişlerdir: «Allah dilemedikçe siz hiçbirşey dileyemezsiniz.»[2] «Eğer biz dileseydik mutlaka herkese hidâyet verirdik.»[3] «O dilediğini mutlaka yapandır.»[4]

Rabbimiz olan Allah´ın dilemesi müstesna sizin dininize dönme­miz mümkün değildir.»[5]

İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bunların İslâm ümmetinin mecûsileri olduklarını beyân ederek şöyle buyurmuştur:

«Her ümmetin bir mecûsîsi vardır, benim ümmetimin mecûsîleride kader yoktur diyenlerdir. Bunlar hastalandığında kendilerini ziyâret etmeyin, Öldüklerinde onların haklarında iyi şehâdette bulun­mayın ve onlarla karşılaştığınızda kendilerine selâm vermeyin.»[6] Evet bunlar Mecûsîlerin.inancı gibi bir itikad sahibi oldular. Sözleri Mecûsîlerin sözlerine benzedi. Şerrin ve hayrın ayrı ayrı birer yaratıcı­sı bulunduğunu zannettiler. Mecûsîlerin iddia ettiği gibi, bunlar da Allah´u Tealâ´nm dilemediği işlerin şer olduğunu zannettiler.

Muteziîîler, kendi kendilerine zarar veya menfaat verebilecek­lerini zannettiler. Böylece Allah´u Tealâ´nın şu kelâmını reddettiler: «De ki Allah´ın dilediğinin dışında ben kendim için bir menfaat elde etmeye ve bir zarar vermeke kadir değilim.»[7] Ve, bütün müslümanların, üzerinde ittifak ettikleri yoldan ayrılmış oldular.

Yine Mutezilîîer, yaptıkları işleri, sadece kendi güçleriyle yap­tıklarını ve Rablerinin, herhangi bîr katkısı bulunmadığını zannetti­ler. Böylece, kendilerini Allah Tealâ´ya muhtaç olmaktan beri gör­düler. Allah Tealâ´nın kudretiyle olduğunu kabul etmedikleri şeyle­rin, kendi kudretleriyle olduğunu zannettiler. Nitekim, mecüsüer de şerrin, şeytanın kudretiyle olduğunu, Allah Tealâ´nm kudretiyle ol­madığını iddia etmişlerdir. Böylece Mutezililer, bu ümmetin Mecûsileri olmuşlardır. Çünkü onlar Mecûsîlerin itikadına girmişler, onla­rın sözlerine sarılmışlar, kendilerini, onların saptırmalarına kaptır­mışlar, insanlara, Allah´ın rahmetinden ümit kestirmişler, onun lütfundan ümitsizliğe düşürmüşler, günahkârların, ebedî olarak cehen­nemde kalacaklarına hüküm vermişler ve Allah Tealâ´nın şu kelâ­mına muhalefet etmişlerdir. «Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak ko­şulmasını bağışlamaz. Bunun dışında, dilediğini bağışlar…»[8] Mute­zililer, cehennem ateşine girenin, bir daha oradan çıkmayacağını san­mışlardır. Böylece, Resulullah (S.A.V.)´den rivayet edilen şu hadis-i şerifi reddetmişlerdir; «Cennetlikler cennete, cehennemlikler de ce­henneme girdikten sonra, Allah Tealâ şöyle buyurur: «Kalbinde har­dal tanesi kadar iman bulunanı cehennemden çıkarın.» Bunlar ce­hennemden yanıp kömürleşmiş olarak çıkarlar. Hayat ırmağına atı­lırlar ve orada sel kalıntısı topraklarda biten dere otu gibi biterler.»[9]

Mutezilîler, “Allah Tealâ´nm, vechi olmadığı görüşünü savun­muşlardır. Halbuki Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: «Yeryüzünde bulunan herşey fânidir. Baki olan, sadece azamet ve hikmet sahibi olan Rabbinin vechidir.»[10]

Mutezilîler, Allah Tealâ´nın, yed-i kudreti bulunduğunu inkâr ettiler. Halbuki Allah Tealâ : «Ey İblis, bizzat yed-i kudretimle yarat­tığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir »[11] buyurmaktadır, Mu­tezilîler, Allah Tealâ´nm gözü olduğunu inkâr ettiler. Halbuki Allah Tealâ, «İnkâr edilen Nuh´a bir mükâfat olarak o gemi nezaretimiz­de akıp gidiyordu.»[12] «Seni sevimli kıldım ki, nezaretim altında yetişesin.»[13] buyurmaktadır.

Mutezililer, Resulullah (S.A.V.)´den rivayet edilen şu hadisi in­kâr ederler: «Şüphesiz ki Allah Tealâ, gecenin, son üçte bir bölümün­de dünya semâsına iner…»[14]

Not: Allah Tealâ´ya mekan veya uzuv vb. şeyler isnad eden ´âyet ve hadislere «Müteşabihat» denir. Yani, mânâları kesin olarak anlaşılamayan metinler demektir. Mutezililer, bu gibi âyetleri tevil ederken, bu mahiyyelteki hadîsleri inkâr eder­ler. Ehl-i sünnet vel cemaat ise, âyet ve hadîs ayınım yapmaksızın hepsinin doğ­ruluğunu kabul ederler ancak, ehl-i sünnetin önce geçen âlimleri «Biz bunları ol­duğu gibi kabul eder, gerçek mânâlarının ne olduğunu Yüce mevlaya bırakırız.» demişlerdir. Sonra gelen âlimleri ise, bu gibi metinleri münasip bir şekilde tevil etme yolunu tutmuşlardır. Böylece, kötü niyetlilere fırsat vermek istememişlerdir. Meselâ: Allah´ın, dünya semasına inmesini; Onun rahmetinin inmesi şeklinde tevil etmişlerdir.

Ben, Mutezilenin bu davranışlarını inşallah bölüm bölüm zikre­deceğim, yardım ve destek, başarı ve doğruyu buldurmak Allah´ındır.

Eğer bir kimse dese ki; «Siz, Mutezilenin, Kaderiyenin, Cüheymıyenin, Haruriyenin, Rafiziyenin ve Mürcienin sözlerini red ettiniz. Kendi görüşünüz nedir İnancınız hangisidir Onu bize söyleyin.» Buna denilir ki: «Bizim sözümüz ve inancımız şudur: Allah Tealâ´­nm kitabına, Resulullah´m sünnetine, sahabe-i kiramdan, tabiinden ve hadis âlimlerinden nakledilenlere, sımsıkı sarılırız.» Keza, Ahmed ibn-i Hanbel´in (Allah onun yüzünü ağartsın, derecesini yüceltsin ve sevabını bol versin) tuttuğu yolu tutarız ve onun sözüne ters düşen davranışlardan uzak dururuz. Çünkü o, faziletli bir imam, mükem­mel bir önderdir. Allah, onun vasıtasıyla, sapıklık döneminde hakkı ortaya çıkardı. Onun vasıtasıyla izlenilecek yolu açıklığa kavuştur­du. Ve onunla, bidatçılann bidatini, sapıkların sapıklığını, şüpheci­lerin şüphesini bastırdı. Allah ona rahmet etsin. O, öncü bir imam, tanınmış bir büyük idi. Allah, müslümanlarm diğer bütün imamla­rına da rahmet eylesin.»

” Bu ifadelerden de anlşaüıyor ki, îmam Eş´arî, İmam Ahmed İbn-i Hanbel´in görüşlerini diriltmek için ortaya çıkmıştır. Çünkü Eş´arî, îmam Ahmed´in metodunu, kendisine metod kabul et­mektedir. Bu sebepledir ki Eş´arî, tercih ettiği îmam Ahmed îbn-i Hanbel´in metodu ile şunları” söylemiştir: îtikad hususunda kısaca görüşlerimiz şunlardan ibarettir: Allah Tealâ´ya, meleklere, kitap­lara, peygamberlere, Allah katından bize gelenlere, güvenilir zatla­rın, Resulullah (S.A.V.)´den naklettikleri şeylere iman ederiz. Bun­lardan herhangi birini reddetmeyiz. Yine Allah Tealâ´nm yalnız bir tek ilah olduğuna, hiçbir kimseye muhtaç olmadığına, O´ndan başka hiçbir ilah bulunmadığına, eş ve çocuk edinmediğine, Muhammed´in, O´nun kulu ve peygamberi olduuğna, cennet ve cehennemin hak oldu­ğuna, kıyametin mutlaka kopacağına, Allah Tealâ´nm, kabirlerde bulunanları mutlaka dirilteceğine iman ederiz.

Yine biz, Allah Tealâ´nın; «Rahman olan Allah, arşı kuşatmış­tır.»[15] buyurduğu gibi, O´nun, arşın üzerinde bulunduğuna ve yine şu âyette buyurduğu gibi «Bakî olan sadece azamet ve ikram sahi­bi olan Rabb´in yüzüdür.»[16] Allah Teaîâ´nm vechi bulunduğuna, şu âyette buyurulduğu gibi «Yahudiler, «Allah´ın eli sıkıdır» dediler… Aksine, Allah´ın iki eli açıktır…»[17] elleri bulunduğuna, ve şu âyette buyurduğu gibi «İnkâr edilen Nuh´a bir mükâfat olarak o gemi, ne­zaretimizde akıp gidiyordu.»[18] bilmediğimiz bir keyfiyette, gözü bu­lunduğuna iman ederiz.

Keza biz, ´Allah Tealâ´nm, şu âyet-i kerimede bildirdiği gibi «…Allah onu bilerek indirmiştir…»[19] O´nun ilmi olduğuna, şu âyet-i celilede beyan ettiği gibi «Kendilerini yaratan Allah´ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmüyorlar mıydı ..»[20] Allah´ın kudret vs kuvveti olduğuna iman ederiz.

Biz, Allah Tealâ´nın, işitme ve görme sıfatlarının bulunduğunu ikrar ederiz. Mutezile ve Cûheymiye gibi, bu sıfatları inkâra kalkış­mayız ve deriz ki; «Allah Tealâ´nm kelamı mahluk değildir. O, ya­rattığı herhangi bir şeye sadece «ol» demiştir. O da hemen oluver­miştir. Yeryüzünde herhangi bir hayır veya şer, O´nun iradesi dışın­da bulunamaz. Bütün eşya, O´nun iradesiyle olmuştur. Allah Tealâ birşeyi yapmadıkça herhangi bir güç, o şeyi yapamaz. Biz, hiçbir za­man, Allah´a muhtaç olmaktan beri kalamayız. Allah´ın ilminin dı­şına çıkamayız. Allah´dan başka hiçbir yaratıcı yoktur. Kulların amelleri, Allah tarafmdan yaratılmış ve takdir edilmiştir. Nitekim Allah Tealâ bir âyet-i kerimede şöyle buyurmuştur: «Sizi de, işle­diğiniz amelleri de Allah yaratmıştır.»[21] Kullar, herhangi birşey ya­ratmaya, kadir değillerdir. Kendileri de Allah tarafmdan yaratılmış­tır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: Onlar, bir yaratıcıları olmadan mı yaratıldılar Yoksa kendi kendilerini mi yarattılar »[22] Bu gibi âyetler Kur´an-ı Kerim´de pek çoktur.

Müminleri kendine itaat etmeye muvaffak kılan, Âllah´dır. On­lara lütufta bulunan ve onları gözeten O´dur. Eğer Allah, kullarını, zorla düzeltmeyi dilese, onlar düzelirler. Ve onları, zorla doğru yola iletecek olsa, doğru yolu bulurlar. Nitekim; Allah Tealâ şöyle buyu­ruyor : «Allah, kimi hidayetine erdirirse, muhakkak ki o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptınrsa işte onlar, hüsrana uğramış kimseler­dir.[23]

Biz, ´Allah´ın kazasına kaderine, hayınna şerrine, acısına tatlısı­na iman ederiz. Ve biliriz ki, bizim başımıza gelecek şey, mutlaka ge­lecektir. Bize dokunmayan bela ise, bize dokunmayacağı takdir edi­lenlerdendir. Ve deriz ki; Kur´an-ı Kerîm, Allah kelâmıdır. O, yara­tılmamıştır. Kim, Kur´an-ı Kerim´in yaratıldığını söylerse, o kimse, Kur´an-ı Kerim´i inkâr etmiş olur.»

Allah Tealâ´nm, kıyamet gününde ayın ondördünde açıkça gö­rüldüğü gibi, mü´minler tarafından görüleceğine inanırız. Nitekim Resulullah (S.A.V.)´den bu hususta birçok hadis-i şerifler rivayet edilmiştir. Ve deriz ki, kâfirler, kıyamet gününde Allah´ı göremeyecektir. Allah Tealâ bu hususta şöyle buyurmuştur. «Hayır, hayır o gün yalancılar, Rablerini görmekten mahrum olurlar.»[24]

Biz, ehl-i kıbleden herhangi bir kimseyi zina, hırsızlık ve içki içme gibi günahlarından dolayı kâfir saymayız. Haricîler, bu işleri yapanların kâfir olduklarını iddia ederler.

Biz deriz ki; «Büyük bir günah işleyen herhangi bir kişi, ancak o haram işin, helâl olduğunu iddia ederse kâfirdir – Yine doriz ki; «Allah Tealâ cehennemde yandıktan sonra, belirli bir topluluğu, Mu harnmed (S.A.V.)´in şefaati ile oradan çıkaracaktır-»

Kabir azabının varlığına iman ederiz. İmanın, dil ile ikrar, amel ile ispattan ibaret olduğuna, artıp eksilebileceğine inanırız.[25]

Biz, Allah Tealâ´nın, Peygamberinin sohbetine nıazhar kıldığı selef-i salihîn´i severiz. Biz onları, Allah Tealâ´nın övdüğü gibi överiz. Onları önderler kabul ederiz ve deriz ki: «Reşulullah (S.A.V.)´-den sonra ilk halife Hz. Ebubekir´dir. (Allah, onunla dini aziz kıl­mış ve onu mürtedlere karşı galip getirmiştir.) Bundan sonraki ha­life Hz. Ömer, ondan sonra Hz. Osman´dır. (Allah, yüzünü ak eyle­sin. Bu zatı haksızca ve düşmanca, bir kısım caniler öldürmüştür.) Bundan sonraki halife ise Hz. Ali (R.A.)´dir.

Evet, Resulullah (S.A.V.)´den sonra, imam ve halifeler, bu zat­lardır. Ve bunların hilafeti, peygamberlik hilafetidir. Resulullah (S. A.V.)in, cennetle müjdelediği on kişinin, cennetlik olduklarına şehadet ederiz.[26] Resulullah (S.A.V.)´in diğer sahabîlerini, önderler ka­bul ederiz.. Aralarında geçen ihtilaflara karışmayız. Dört halifenin, doğru yolda bulunan, güzel ahlâklı ve faziletli kimselre oldukları­na başkalarının, fazilette bunlara erişemeyeceklerine inanırız.

Müslümanların imamlarınca, iyi olarak tanınan rivayet âlimle­rinin bütün rivayetlerini tasdik ederiz. Bunların imamlığını kabul eder, bunlara karşı gelenleri, doğru yolu terketmeleri halinde sapık kabul ederiz. Bunlara kılıçla karşı çıkmayız, fitne ânmda savaşma­yız.

Deccalın çıkacağına, kabir azabına Münkir ve Nekir leğin bulunduğuna iman ederiz. Muhammed (S.A.Y) ın tığım bildiren hadisi tasdik ederiz. Uykuda gör» çoğunu hak olarak kabul ederiz. Müminlerin en lâ´nım bileceğine Ve bunlar için sadaka verilebileceğine, bunları, faydalandıracağına inanırız. Allah Tealâ ın, sallih kullarına bazı özel Allah Teala haller ihsan edeceğini kabul ederiz, muşrıklerm çocukları hakkında şöyle deriz: «Âhirette, Allah, bunlar için bir ateş yakacak, sonra bunlara bu ateşten geçin diyecek.» Nitekim rivayet­ler bunu beyan etmektedir. Ker fitneye davet edenden ayrılma, heva ve hevesine uyandan uzak durma görüşündeyiz. Bu sözlerimi­ze deliller göstereceğiz.»

Bu sözleri uzun uzun naklettik. Çünkü bu sözler, Eş´ari´nin mez­hebinin ve seçtiği yolun çok güzel bir özetidir. Bu özetm ifade ettıgı önemli hususlar şunlardır:

1 Salih kulların kendilerine ait birtakım halleri olabilir. Bu hallere, âlimler, mucizelerden ayırarak, «Keramet» adını vermişler­dir. Ölü için dua edilmesi ve sadaka verilmesi caizdir. Bunlar, oluye fayda sağlayabilir.

2 Eş´ari, sünnet yoluyla gelen bütün itikadı meselelerin ka­bul edilmesi görüşündedir. Ona göre, nıütevatir bir hadisle, tek yol­dan rivayet edilen hadis arasında bu hususta fark yoktur.

îmam Eş´ari, sünnet ile1 sabit olan bütün itikadı meselelere her türlü delili getirir ve tek yolla gelen hadislerle sabit olan hususlara

inandığını ilan eder.

3 Eş´ari, müteşabih âyetlerde, nassların zahirlerini alır, nass-ların zahirini almanın, benzetmeye yol açacağı kanaatinde değildir. Eş´ari´ye göre, Allah´ın yüzü vardır, fakat kulların yüzü gibi değil­dir Eli vardır, fakat yaratılanlardan herhangi birinin elme benzemez.

4 İmam Eş´ari, inançlarının, îmam Ahmed b. Hanbel´m gö­rüşlerine mutabık olduğu kanaatindedir. Eş´ari´ye göre, imam Ah­med öncü bir imam ve büyük bir âlimdir.

İmam Eş´arî´nin mezhebi, Mutezilîlerle ihtilaf eden fıkıh ve ha­dis âlimlerinin görüşlerine uygundur. Eş´ari, nasslarnı mutlaka za­hirini alır. Herhangi bir tevile başvurmaz. Eş´ari´nin mezhebi, heva. ve heveslerine uyanların görüşlerinden kesinlikle uzaktır. Aslında İmam Eş´arî´nin görüşleri, ifrat ve tefritten uzak, orta yolu tutan gö­rüşlerdir. Onun görüşleri, aşın gidenlerle inkâr edenler arasında orta bir görüştür. Tartışmalarda aşırı uçları teşkil eden Mutezile, Haşviye ve Cebriyenin ortasında bir yol tutmuştur.

İmam Eş´arî´nin hayatını inceleyen araştırıcı, Eş´arî´nin geniş araştırmalarının, aşırı olmaktan uzak, orta bir mezhep seçmesini gerektirdiğini görür. Eş´arî´nin «Makalâtül İslâmiyyîn» adlı kitabı, bu zatın, bütün îslâm fırkalarının görüşlerini genişçe mütalâa ettiği­ni ve bu görüşleri titizlikle naklettiğini gösterir. Eş´arî, Kur´an-ı Ke­rîm ile ilişkisi olan felsefî görüşlerin orta yolunu tutmuşsa da hak­kında âyet veya hadis, bulunan bütün mevzularda fıkıh âlimîeriyîe ittifak etmiştir. Araştırıcı, Eş´ari´nin bütün görüşlerinde orta yo­lu tuttuğunu görmekte hiçbir güçlük çekmez.

a) Eş´ari´nin, Allah Tealâ´nm sıfatları hakkındaki görüüş, Mu­tezile ve Cüheymiyye ile Haşviye ve Mücessime arasında orta bir yol tutmuştur. Birinciler, Kur´an-ı Kerim´de zikredilen, Allah Tealâ´nın sıfatlarından sadece, vücud, kıdem, beka ve vahdaniyeti kabul et­mişler; semi, basar, kelâm ve diğer sıfat-ı zatiyeleri inkâra kalkış­mışlar, «Bunlar zatın aynıdır» demişler, bu sıfatlar, Kur´an-ı Kerîm-´ de zikredilen «rahman» ve «rahim» gibi, Allah Tealâ´nm isimleridir, şeklinde iddiada bulunmuşlardır.

Haşviye ve Mücessime ise, Allah Tealâ´nm, zatım sıfatlandırır­ken onu, mahlukların sıfatlarına benzetmeye kalkışmışlardır. Allah Tealâ bundan beridir, yücedir, büyüktür.

İmam Eş´arî ise, Kur´an-ı Kerîm ve sünneti seniyyede zikredilen Allah´ın bütün sıfatlarının varlığım kabul etmiş, bunların, Allah´ın zatına yakışan sıfatlar olduğuna ve yaratıîanlardaki sıfatlara asla benzemediklerine karar vermiştir. Meselâ, Allah Tealâ´nm görmesi, işitmesi ve konuşması, yaratılanların görmesine, işitmesine ve konuş­masına benzemediğini ifade etmiştir.

b) Eş´arî´nin, Allah Tealâ´nm kudreti ve insanın fiilleri hakkın­daki görüşü de Cebriye ile Mutezile arasında orta bir görüştür.

Mutezile, «Kul, Allah´ın, ona verdiği bir güçle kendi işlerini ken­di yaratır.» demiş. Cebriye ise «İnsanın, herhangi bir şeyi icadetme-ye veya kazanmaya gücü yoktur. İnsan, rüzgârın önündeki tüy gibi­dir.» demişlerdir.

Eş´arî ise, «İnsanın bir şeyi icadetmeye gücü yetmez ama, kazan­ma kudreti vardır» demiştir.

c) Kıyamet gününde, Allah Tealâ´nm görülmesi hususunda da Mutezile, «Allah görülmez» demiş, bu husustaki Kur´an-ı Kerim âyet­lerini tevil etmiş ve Peygamberimiz (S.A.V.)´in hadislerini «âhad» (Tek yolla geldikleri gerekçesiyle) oldukları için kabul etmemişler­dir.

Müşebbihe fırkası ise, Allah Tealâ´nın âhirette^ belirli bir şekil­de görüleceğini iddia etmişlerdir.

İmam Eş´arî ise, orta yolu tutarak «Allah Tealâ´nm, kıyamette, herhangi bir şekle girmeyerek ve herhangi bir sınır tayin edilmeye­rek görülmeyeceğini söylemiştir.»

d) «Allah´ın eli, onların elinin Üstündedir.»[27] âyeti gibi, Kur´­an-ı Kerim´de zikredilen âyetler ve benzeri müteşabih hadisler hak­kında Mutezile şöyle demiştir: «Allah´ın kudreti, kulların kudreti­nin üzerindedir.», Haşviye ise; «Allah´ın, bir organ olarak elinin bu­lunduğunu» söylemiştir,

Eş´ari ise, «Allah Tealâ´nın eli»nin bulunmasından maksat, «semi» ve «basar» gibi bir sıfatının bulunmasıdır» demiştir. Nitekim «İbane» adlı kitapta bu husus zikredilmiştir. Eş´ari, «el» in varlığını kabul etmiş, fakat diğer mahlukatın eline benzediğini reddetmiştir. Ancak, Mutezileye karşı çıkarak, şiddetle savunduğu bu görüşünden, daha sonra vazgeçtiği anlatılmaktadır. Çünkü «Lem´a» adlı kitapta, Eş´ari´nin, Mutezile gibi «Allah´ın elini «Kudret» ile tefsir ettiği an­latılmaktadır.

e) Kur´an-ı Kerîm hakkında Mutezile «Kur´an mahluktur. Al­lah tarafından, sonradan yaratılmıştır.» demiştir. Haşviye ise «Mu-katta´» harfler, Kur´an-ı Kerim´in, üzerine yazıldığı maddeler ve harf­lerin yazıldığı maddeler ve iki kapak arasında bulunan herşey mah­luk değildir.» demiştir. Eş´arî ise, yine orta yolu tutmuş ve şunları söylemiştir: «Kur´an, Allanın kelamıdır, asla değişmez. Mahluk de­ğildir. Sonradan meydana gelmemiş ve icadedilmemiştir. Mukatta´ harfler, renkler, Kur´an´m, üzerine yazıldığı maddeler ve kelimeler­den çıkan sesler, mahluktur, sonradan icadedilmiştir.»

f) Büyük günah işleyen kimse hakkında Mutezile, iman ve ita-atiyle beraber, günahlarından tevbe etmezse, cehennemden ebediyyen çıkamaz.» demiştir.

Ehl-i sünnetten olmayan Mürcie ise, «´Allah´a samimiyetle iman eden kişiye, büyük günahları ne olursa olsun, zarar vermez.» demiş­tir.

İmam Eş´ari, bu hususta da orta yolu seçmiş ve şöyle demiştir: «Allah´ı birleyen ve doğru yoldan ayrılan günahkâr bir mü´min, Allah´ın iradesine havale edilmiştir. Allah, dilerse onu affedip cennetine koyar, dilerse, yoldan çıkmasından dolayı onu cezalandırır, fa­kat daha sonra yine cennetine koyar.»

g) Şefaat hususunda «İmamîyye» fırkası, hem Hz. Muhammed´in hem de imamlarının, şefaat edeceklerini söylemişlerdir. Mu­tezile ise, hiçbir kulun şefaat edemiyeceğini iddia etmişlerdir,

İmam Eş´ari ise, orta yolu seçmiş ve şunları söylemiştir; Pey­gamber Efendimiz (S.A.V.), mü´minlerden, cezaya layık olanlara makbul bir şefaatte bulunacak, Allah´ın emri ve izni ile, şefaatçi ola­cak ve diğer peygamberler gibi, ancak, kendisinden razı olduğu kim­selere şefaat edecektir.»

Görülüyor ki; İmam Eş´arî, sapıklıklardan uzak kalmak için or­ta yolu seçmiştir. Matüridiye mezhebini anlatırken, Eş´ari´nin görüş­lerini, başka görüşlerle de karşılaştırarak anlatmaya çalışacağız.

îmam Eş´arî, itikadi meselelere delil getirirken, hem nakli ve hem de aklî metodları kullanmıştır. Eş´ari, Kur´an-i Kerîm ve hadîs-i şe­riflerde zikredilen, Allah´ın sıfatlarını, peygamberlerini, âhiret gü­nünü, melekleri, hesabı, cezayı, sevabı olduğu giib kabul eder, Kur´an-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerde zikredilen bu hususları ispat et­mek için akli ve mantıkî delillere başvurur.

Eş´ari, aklî delilleri, hiçbir zaman, nakli delillerden üstün saya­rak onları teVile kalkışmaz veya zahirlerinden uzaklaştırmak iste­mez. Bilalüs o, aklî delilleri nakli delillere hizmetçi olarak kullanır.

Eş´arî, bu hususta felsefî kaziyelerden mantıkçıların ve felsefe­cilerin daldıkları aklî meselelerden istifade etmiştir. İmam Eş´ari´nin, nakli deliller yanında aklî metodu da işletmesi, şu sebeplerden ileri gelmektedir.

1 İmam Eş´arî, Mutezile âlimlerinden ilim tahsil etmiş, bun­ların sohbet meclislerinde yetişmiş ve bunların kaynaklarından su içmiş, Kur´an-ı Kerim´deki itikadi meselelere delil getirme hususun­da bunların yolunu seçmiş, fakat Kur´an-ı Kerîm´in ve hadîslerin me­tinlerini anlamakta bunların metodlarını kullanmamıştır. Malûm ol­duğu üzere, Muteziîiler, delil getirme bakımından, mantıkçıların ve felsefecilerin yolunu tutmuşlardır.

2 Eş´arî. Mutezilîlere karşı çıkmış ve bunlara cevap verme­ye girişmiştir. Bu sebeple Eş´arî´nin, onların delilleri gibi delillere başvurması gerekmiş, onlara galip gelmesi, onların ortaya attığı şüp­heleri bertaraf etmesi, onları susturması ve onların delillerini çürüt­mesi için, Mutevilîlerin, delil getirme metoduna uyması icabediyordu.

3 Eş´ari, felsefecilere, «Karamita»Iara, Batmîlere ve benzeri guruplara cevap vermeye girişmişti. Bunların çoğu ise, ancak man­tıkî kıyaslarla susturulabiliyordu. Yine, bunlardan bazıları felsefeci idi, ancak aklı delillerle önleri kesilebiliyordu.

Şurası bir gerçektir ki, Hicrî III. ve IV. yüzyıllarda Mutezilîlik akımı zayıflamıştı. Mutezilîler, arzu ve heveslerine uyanlara ve Is­lama karşı saldırıya geçenlere cevap vermek için ortaya çıkmışlar ve bu hususta, büyük gayretler göstermişlerdir.

Mutezilîler zayıflayınca, ehl-i sünnet âlimlerinin arasında bu va­zifeyi yürütecek zatlar ortaya çıkmalıydı. Bu, ağır ve tehlikeli işe, Ebu Hasan el-Eş´ari´nin sahip çıkması gerekmiştir. Çünkü o, Mutezilîlerin talebesi idi. Bu hususta Mutezililerin gayretlerini biliyordu. Ayrıca o, zamanında, Mutezililerin otoriteleri sarsıldıktan sonra, ehl-i sünnet vel cemaatin tanınan bir imamı olmuştu.

îşte bu sebeplerle İmam Eş´ari, büyük bir itibar kazanmış, pek çok taraftar bulmuş ve idareciler tarafmdanda yardım ve des­tek görmüştür. Bunun üzerine Eş´ari, hasımları olan, Mutezilîleri, heva ve heveslerine uyanları ve kâfirleri takibctmiş, bütün bölgelere taraftarlarını göndererek, ehl-i sünnet vel cemaatin hasım ve mu­haliflerine karşı savaş açtırmıştır. Asrında yaşamış olan âlimlerin çoğu onu, «ehl-i sünnet vel cemaat imamı* diye adlandırmışlardır. Bununla beraber, Eş´arî´den sonra gelen bir kısım âlimler, ona mu­halefet etmişlerdir. Meselâ; İbn-i Hazmf İmam Eş´arî´yi, kulun fiille­ri hususundaki görüşünde, Cebriyecilcrden saymış, çünkü ona göre Eş´ari, kulun seçme hakkına sahip olduğunu tesbit etmemiştir. İbn-i Hazm, Eş´ari´yi, büyük günah işleyen kişi hakkındaki görüşünden dolayı da «Mürcie» fırkasından saymıştır. İbn-i Hazm, bu iki mese­lenin dışındaki bazı meselelerde de Eş´ari´nin peşini bırakmamıştır.[28]

Bununla beraber, Eş´ari´nin muhalifleri, İslâm tarihinin dalga­ları arasında kaybolup gitmiş, taraftarları ise nesilden nesile güçlen­miş ve cun yolunu izlemişlerdir. Eş´ari´nin taraftarları, onun gibi, Mutezililere ve dinden çıkanlara karşı, her alanda savaşmışlar ve her itikadı meselede, karşı koymuşlardır.

Eş´ari´nin, bu büyük nüfuzuna rağmen, az sayıda da olsa büyük İslâm âlimlerinden, muhalifleri bulunmuştur. «Selefiyecileri» anla­tırken izah edeceğimiz gibi, Hanbeli mezhebine mensup olanlardan bazı zatlar, Eş´arî´ye karşı çıkmışlardır.[29]



İmam Eş´ari´den Sonra Eş´arî Mezhebi


Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Eş´arî mezhebinin taraftarları pek çoktu. Eş´arî mezhebi, Irak ve Irak´ın batısında (daha önce de işaret ettiğimiz gibi) ehl-i sünnet veî cemaat mezhebi sayılmıştı. Da­ha sonra ortaya güçlü âlimler çıktı. Eş´arî´nin görüşlerini daha da kuvvetlendirdiler. Bazıları, Eş´arî´nin görüşlerine aşırı bir şekilde bağlandı. Öyle ki, sadece Eş´arî´nin varmış olduğu neticeleri Kabul­lenmekle kalmayıp, Eş´ari´nin neticelere varmak için sevkettiği ön­sözlere bile sımsıkı bağlı kaldılar. Eş´arî´nin, hem vardığı neticelere, hem de neticelere ulaşmak için zikrettiği mukaddimelere tâbi olma­nın vâcib olduğunu söylediler. Bu guruptan olan âlimlerin önde ge­lenleri şuhlardır.

a) H. 403 M. 1013 de vefat eden Ebu Bekir el-Bakıllânî. Bu zat, büyük bir âlimdi. Eş´ari´nin araştırmalarını süzgeçten geçirdi. İlm-i kelâmın aklî delillerinin mukaddimelerinden bahsetti. Cevher ve ârâz hakkında konuştu. Ârâzm, kendisi gibi ârâz ulan şeylerle bulu-namiyacağım ve arazın iki zamanda bir yerde bulunamıyacağmı ve buna benzer meseleleri izah etmiştir. Daha önce de beyan ettiğimiz gibi, Bakulânî, sadece Eş´ari´nin vardığı neticeleri kabullenmekle ye­tinmemiş, Eş´arî´nin, bu neticelere varmak için ileri sürdüğü önsöz­lerden başka bir yol kullanmanın da caiz olmadığını ileri sürmüştür. Böylece Bakulânî, Eş´arî´ye tâbi olmada, ona yardım etme ve onu des­teklemede aşırı gitmiştir. Çünkü, aklî mukaddimeler, ne Kur´an´da zikredilmiştir, ne de hadislerde. Bu hususta saha geniştir, kapılar açık, yollar işlektir. Belki insanlar, düşünceleriyle-, tecrübeleriyle ve özel kabiliyetleriyle, Eş´ari´nin başvurmadığı bir kısım delil ve ispat va­sıtalarına ulaşabilirler.

Eş´arî´nin ulaştığı neticelere, kendisine bahşedilen düşünce mah­sullerine ters düşmedikçe, diğer insanlann elde ettiği delilleri al­mak, aslında kötü birşey değildir.

b) M. 1059´da doğan ve M. 111, Hicrî 505 de vefat eden îmanı Gazali, Bakillânî´den sonra gelmiş, fakat tam olarak onun yolunda yürümemiş ve onun davet ettiği şeylere davet etmemiştir. Bilakis Gazali, delil getirmede, Bakillânfye muhalefet etmenin, varılacak aynı neticeleri iptal etmeyeceğini, dinin, belirli kişilerin değil, bütün insanlann akıllarına hitabettiğini, insanların, kitap ve sünnette zik­redilenlere iman etme mecburiyetinde ve onları diledikleri delillerle kuvvetlendirenime hürriyetine sahip olduklarını söyletmiştir.

Aslında Gazâlî, ne Eş´ari´ye, ne de Matûridi´ye tâbi olmuştur. Bi­lakis o, meselelere serbest araştırıcı nazarıyla bakmış, bir tâbi veya bir mukallit görüşüyle bakmamıştır.

Gazali, bu iki zatın, varmış oldukları birçok neticelerde onların jgörüşlerine katılmış, bazı, dinen uyulması gereken mesele saydıkla­rı hususlarda da onlara muhalefet etmiştir. Bu sebepledir ki, Eş´arî taraftarlarından birçoğu, Gazâli´yi küfür ve zındıklıkla itham etmiş­lerdir. Gazâlî´nin «Feysal el-Tefrika beyn el-İslâm ve el-Zendeka» ad­lı eserinde söylediklerini görelim: Bu eserde şunlar zikredilmekte­dir : «Ey şefkatli kardeşim ve mutaassıp dostum! Seni oldukça kızgın ve fikren dağınık görüyorum. Bunun sebebi, dinî muamelelerin sır­ları hakkında yazılmış bazı kitaplarımıza, bir kısım hasetçi zümre­nin dil uzatmalarının, kulağınıza gelmesi ve bunların, bu kitapları­mızda önceki sahabllerin ve ilm-i kelâm âlimlerinin mezheplerine ters düşen şeylerin mevcut olduğunu sanmaları, Eş´arî mezhebinden kıl payı kadar uzaklaşmanın kâfirlik olduğunu zannetmeleri ve çok az dahî olsa, onun mezhebine muhalefet etmenin, sapıklık ve hüs­ran olduğunu iddia etmeleri, senin kulağını tırmaîamasıdır.

Ey şefkatli ve mutaassıp kardeşim! Kendini yorma, bunlarla ca­nını sıkma. Seni aldatanlara aldırma. Sana söylenenlere karşı sab­ret. Onlarla güzellikle anlaş. Kendisine haset edilmeyeni ve dil uza­tılmayanı, büyük bir kimse sanma. Küfür ve sapıklıkla itham edil­meyeni gözünde büyütme.

Hangi davetçi, peygamberlerin ^fendisi olan Hz. Muhammed´den daha mükemmel ve akıllı idi O´na «bir deli» dediler. Hangi söz, âlem­lerin Rabbi olan Alalh´ın kelâmından daha doğru olabilir Halbuki O´na da «öncekilerin masallarıdır» dediler. Kendi nefsini ve arkada­şım hesaba çek, ondan, kâfirliği tarif etmesini iste. Eğer o, sana, kâ­firliği, «Eş´arî mezhebine muhalefet etmektir.» yahut «Mutezile mez­hebidir.» veya «Hanbelî mezhebidir.» ya da «Buna benzer bir şev­dir» şeklinde tarif ederse, bil ki o, aklanmış bir ahmaktır. Taklitçi­lik, onun elini, kolunu bağlamıştır. O, artık bir kördür. Onu düzel­teyim diye zaman kaybetme. Böylesinin iddiasıyla hasımlarının id­dialarını, birbiriyle karşılaştırmak, onu susturmak için sana delil olarak yeter. Çünkü bu kişi, kendisiyle muhalifleri arasında önem­li bir fark ve önemli bir ayırım bulamayacaktır. Belki de senin arka­daşın, mezhepler içinde Eş´arî mezhebine meyleden biri olabilir. Eş´arî´den her rivayet edilene ve ağzından çıkana muhalefet etme­nin, açıkça kâfirlik olduğunu sanabilir. Sen, ona sor ki; Hakkın, Eş´­ari´ye tahsis edildiğini nasıl ispatlıyor da, Bakıllânî´nin küfrüne hüküm veriyor Çünkü Bakıîlânİ, Allah Tealâ´nm «Beka» sıfatında, ona muhalefet ediyor ve bu sıfatın, Allah´ın zatından başka olan bîr sı­fat olduğunu zannediyor. Yine ona sor ki: Niçin, Bakülânî, Eş´ari´ye muhalefet etmekle, kâfir olmaya Eş´arî´den daha lâyık oldu

Niçin, hak, bunlardan birine tahsis edildi de diğerine verilmedi Yoksa hak, daha önce gelene mi tahsis edilir Bu takdirde, Eş´arî´­den önce de Mutezililer gelmiştir. Bu sebeple, hakkın onlara tahsis edilmesi gerekirdi. Yoksa, hakkın tahsis ediliş sebebi, ilim ve fazi­let bakımından üstün olmak mıdır Böyle olduğu takdirde hangi te­razi ve ölçülerle faziletin derecelerini ölçtü de, kendisinin tâbi ol­duğu ve taklid ettiği zatlan da daha üstün bir zatın mevcut olmadığı görüşü doğdu ona.

Eğer bu arkadaşın, Eş´arî´ye, Bakillnî´nin muhalefet etmesine müsade ediyorsa, diğerlerine niçin yasaklıyor îzin verme yetkisi­nin kendisine tahsis edildiğine dair delili nedir

Eğer arkadaşın, Bakillânî´nin, Eş´arî ile olan ihtilafının, Iafzî bir ihtilaf olduğunu, öze yönelik olmadığını zannediyorsa (Nitekim, ba­zı mutaassıplar, Bakiîlâni ile Eş´ari´nin, devamlı olarak ittifak için­de olduklarını zannederek, kendilerini zorlamak suretiyle bu iddiada bulunmuşlar, Allah´ın sıfatlarının, zatının aynı veya gayri olduğu hususunda ihtilafın, basit bir ihtilaf olduğunu, üzerinde durulması gerekmediğini iddia etmişlerdir.) niçin Allah´ın sıfatları olmadığını söyleyen Mutezilîlere karşı bu derece sert davranıyor Halbuki Mu­tezililer, Allah´ın âlim olduğunu, ilmiyle bütün malumatları kuşat­tığını ve bütün mümkinata kadir olduğunu söylerler. Mutezililer, Eş´arî´ye sadece şu hususlarda muhalefet ederler. Meselâ; İlim ve kudret, Allah´ın zatı mıdır, yoksa zatına ilâve olarak birer sıfat mıdır

Mutezililerin ihtilafı ile, Bakillâni´nin ihtilafı arasında ne fark vardır »

Bu risaleden anlıyoruz ki, Gazali, itikadı meselelere, taklitten uzak, objektif bir bakışla bakıyordu. Herhangi bir imamı taklit et­miyor ve itikatta kabul edilen mezheplerden herhangi birine tâbi ol­muyordu. Hernekadar vardığı sonuçlar, Eş´ari´nin vardığı sonuçlara yakın olsa da…

Gazaîî´den sonra da birçok âlimler geldiler. Eş´arî mezhebinin vardığı sonuçları kabul ettiler. Ve bu mezhebin delillerini çoğalttı­lar. Bunlar da, Eş´ari´nin, neticeye varmak için kullandığı mukaddi­melere bağlı kalmayı tavsiye etmediler, sadece varılan neticelere bağlı kaldılar. Bu âlimlerden bazıları:

a) Hicrî 701, M. 1282 de vefat eden «Beyzavî» diye tanınan ´Ab­dullah b. Ömer´dir. Bu zat, münazara ilminde çok usta, takva sahi­bi bir imam, Şafiî mezhebinde derin bir fıkıhçıydı. Bu zatın, kelâm ilminde «Kitab el-Tevalih» adlı bir eseri mevcuttur.

b) Hicrî 816, M. 1413 tarihinde vefat eden Esseyyid Şerif el-Cürcani´dir. Bu zat, Hanefî mezhebinin fakihlerinden biridir. Aklî ilim­lere âşinâ idi. Bu hususta birçok kitaplar yazmış ve insanlar, bunlar­dan istifade etmiştir.

Bu zatlardan daha önce ve daha sonra birçok dâhi âlimler gel­miş, aklî ve naklî ilimleri tahsil etmişlerdir. Bunların ileri sürdükle­ri deliller, Mutezile ve diğerlerine verdikleri cevaplar kaydedilmiş bulunmaktadır. Bu kayıtların sicili, zamanımıza kadar okutulan imvi kelâmdır.[30]



Eş´arî İle Cübbai´nin Tartışması


Eş´ariler hakkındaki sözlerimizi, Ebul Hasan el-Eş´arî ile, Mute­zileden olan hocası Ebu Ali el-Cübbaî´nin arasında geçen ve elimiz­de bulunan şu münazara ile bitirelim. Tartışmanın konusu, Allah Tealâ´nın, en iyi olanı yapmasının, O´na vacip olup olmadığı mesele­si idi.

Eş´arî Şu üç kişi hakkında ne dersin, bunların biri mümin, diğeri kâfir, üçüncüsü ise çocuktur.

Cübbai Mümin cennetin yüksek derecelerine erenlerden, kâ­fir ise, cehennemin alçak derecelerine düşeceklerden, çocuk ise ken­disini kurtaranlardandır.

Eş´arî Şayet çocuk, yüksek derecede olanların mertebesine ulaşmak isterse (yani çocukken öldüğü halde) bu, onun için müm­kün müdür

Cübbaî Hayır, çünkü ona denilir ki «Mümin bu derecelere, yaptığı amellerle ulaştı. Senin ise, bu gibi amellerin yoktur.

Eş´arî Çocuk, kusur benim değildir. Eğer beni yaşatsaydın, mümin gibi iyi ameller işlerdim.» derse

Cübbai Allah; «Biliyordum ki, yaşasaydm günah işleyecek­tin ve cezaya çarptırılacaktın. Senin menfaatini gözettim ve seni, mükellef olma yaşma ulaşmadan önce vefat ettirdim.» der.

Eş´ari Şayet kâfir, derse ki, çocuğun durumu gibi, benim du­rumumu da biliyordun. Onun gibi, benim de menfaatimi gözönünde bulundursaydın ya.

Bunun üzerine Cubbaî sustu ve verecek bir cevap [31]bulamadı.[32]







——————————————————————————–

[1] Kur´an-ı Kerîm Müddessir, 25

[2] Kur´an-ı Kerîm însan, 30. âyet

[3] Kur´an-ı Kerîm Secde, 13. âyet

[4] Kur´an-i Kerîm Buruç, 16. âyet

[5] Kur´an-ı Kerîm A´raf, 89. âyet

[6] İbn. Mâce Kit. Mukaddime bab. 10 Müsned İmam-ı Ahmed c. 2 sh. 86. Bu hadisi şerifin tercümesinde asıl kaynaklar göz önünde bulundurulmuş­tur.

[7] Araf suresi âyet, 188

[8] Nisa suresi, âyet; 116

[9] Buhari, Kitab el-Rikak, bab; 51/Müslim Kitab el-İman bab; 302 Nesaî, Kitab-el Cehennem bab; 10 – Not: Bu hadis, asıl kaynaktaki metnine gö­re tercüme edilmiştir.

[10] Rahman suresi âyet, 27 (11)) Sa´d suresi âyet; 75

[11] Sa d suresi ayet;75

[12] Kamer suresi âyet; 14

[13] Tâhâ suresi âyet;39

[14] Buhari Kitab el-Teheccüd bab; 14/ Müslim, Kitab; Salatül müsafirîn bab; 167/ Tirmizî Kitab el-Salat, bab; 211/Ebu Davud, Kitab el-Sünne bab; 21/Ibn-i Mace Kitab el-tkame bab; 182/Muvatta îmam Malik, Kitab el-Kur´an; bab;30

[15] Taha suresi âyet; 5

[16] Rahman suresi âyet; 27

[17] Maîde suresi âyet; 64

[18] Kamer suresi âyet; 14

[19] Nisa suresi, âyet; 166

[20] Fussilet suresi âyet; 15

[21] Saffat suresi âyet; 96

[22] Tur suresi âyet; 25

[23] A´raf suresi âyet; 178

[24] Mutaîfifin suresi âyet; 15

[25] İmam Eş´ari´ye göre, iman, artıp cksilebilir. Çünkü amel imandandır, îmam Matüridi´ye göre ise; imanın artıp eksilmesi söz konusu değildir. Çünkü iman, «kalb ile tasdiktir.» tasdikin ise eksilip artması söz konusu değildir.

[26] «Aşere-i mübeşşere» diye adlandırılan bu zatlar sonlardır; Hz. Ebu Be­kir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Abdurrahman b. Avı, Hz. Sa´d b, Ebi Vakkas, Hz. Sa´d b. Zeyd ve Hz. Ebu Ubeyde b. el-Cerrab´dır.

[27] Fetih suresi âyet;10

[28] EI-Fisal C. 3, sh. 22

[29] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/197-209.

[30] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/210-213.

[31] Haşiyetül Kestelî, Ala şerhil Akaid sh. 16.

[32] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/213-214.

Author: RasitTunca

Bir yanıt yazın