Hâne-i Saâdetin Kahraman Sakini:
Ali (r.a.)
Yeryüzünün en saadetli hanesi… Kâinatın Efendisi’nin sakini olduğu hane, hâne-i saâdet… Ve bu saadetten payını alan küçük bir yürek: “Ali”…
Kâinatın güneşi yaşadığı eve doğmuşken, Ali’nin yüreği buna kayıtsız kalamazdı. Çünkü o, bu güneşin sadece evini değil bütün insanlığı aydınlatacağını farkındaydı. Ne atalarının dini engelleyebildi onu ne çevresi… O, Allah ve Resûlü’nü çocuk kalbiyle sevdi, Peygamberinin davetini işitti, ona iman etti. Büyüklük taslayan küçük adamlar, Mekke’nin seçkinleri, asil liderleri Muhammedü’l-Emîn’in Allah Resûlü olduğunu bir türlü kabul edemezlerken, kabul edenler bunu dile getiremezken, babası Ebû Tâlib dahi Muhammed’e göklerden haberler geldiğini onaylamaktan çekinirken Ali, bir küçük yürek, büyük bir cesaret örneği sergiledi ve ilk Müslüman çocuk olarak adını tarihe yazdırıverdi.
Küçük bir çocuk olarak adım attığı hâne-i saâdetin en küçük mümin üyesiydi bundan böyle Ali. En yakınındaydı hep Peygamberinin; çocukluğu onun yanında geçti, genç bir delikanlı iken de onunla birlikteydi. Bir çift göz, hem muhabbetle hem de yaşının verdiği berrak zihinle her daim Resûl-i Ekrem’i izlemekteydi. Onun gibi inanmak, onun gibi yaşamak, onun gibi bir kul olabilmek Ali’nin tek gayesiydi. Bu yüzden Ali’nin namazını görenler, Nebî’nin (s.a.v.) namazını hatırlar; onun namaz kıldırdığı kimseler, “Ali bize peygamberin namazı gibi namaz kıldırdı.” derlerdi. (Müslim, Salât, 33)
Büyüdükçe muhabbetini cesareti perçinledi Ali’nin. Bundan böyle gözü pek bir yiğit, korkusuz bir genç olarak Allah Resûlü’nün adımlarını izledi. Ve bir gece Peygamberi, Mekke’den Medine’ye gizlice hicrete karar verdiğinde, onun yatağına yatarak düşmanların tuzaklarına yine tuzakla karşılık verdi genç Ali. Ne bir korku ne bir çekinme… İmanla korku onun yüreğinde hiçbir vakit bir araya gelmemişti! Bedir’de Hz. Peygamber “Ey Ali haydi kalk!” dediğinde müşrik ordusundan Şeybe’nin karşısına korkusuzca dikilerek onunla kıyasıya çarpışan Ali idi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 109) Uhud’da kendi canı pahasına Allah Resûlü’nü koruyan Ali idi. Hendek’te, Huneyn’de kahramanca müşriklerle çarpışan, Resûl-i Ekrem’in sancaktarlığını yapan Ali idi. Zorlu Hayber günü, Ali için yine kahramanlık günüydü. Allah Resûlü o gün, “Bu sancağı Allah ve Resûlü’nü seven, Allah ve Resûlü’nün de onu sevdiği birine vereceğim.” dediğinde orada bulunan herkes, bu sözün muhatabı olmayı dilemişti. Hatta Hz. Ömer kumandan olmayı ancak o gün dilediğini söylemişti. Hz. Peygamber ise, sancağı alabilmek için umutla bekleyen sahabilerine, “Bana Ali’yi çağırın!” buyurmuş ve fetih, Ali’nin (r.a.) elinden Müslümanlara nasip olmuştu. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 32, 33)
Sadece Mekke’de, Medine’de, Hayber’de değil hemen her anında Peygamberinin yanı başındaydı Ali. Hal böyleyken, Nebî’ye indirilen Kelâmullah’ın şahidi oldu gözleri. Vahyi yazdı elleri. Peygamberinin dilinden ayetleri işitti, dimağına her birini özenle yerleştirdi. O, Kur’an’ın canlı şahidi, onu ilk muhafaza eden hafızlardan biri idi. Kur’an’ı anlamak, uygulamak, ona göre hüküm vererek yaşamak konusunda öyle kabiliyetliydi ki Hz. Ömer, aramızda en isabetli hüküm veren Ali’dir demişti. Nebî’nin (s.a.v.) elinde yetişen, onun en yakınında bulunarak ilminden nasiplenen Ali, bu özelliğiyle Hz. Peygamber’in “Ben hikmet eviyim, Ali de bu evin kapısıdır.” sözlerini hak etmişti. (Tirmizî, Menâkıb, 20)
Ali… Üç harf ve bir küçük hece… Ancak bu isim ne âlî sıfatları, ne yüce payeleri yüklendi, Nebî’nin (s.a.v.) dilinden ne vasıfları işitti. Onun en çok hoşlandığı isim ise, çok sevdiği Allah Resûlü’nün kendisi için söylediği “Ebû Türâb” (toprağın babası) idi. Hz. Ali (r.a.) bununla çağrıldığında çok sevinirdi. Zira bu isim onun için, sıcak bir Medine gününün hatırası idi. Bir öğle vakti sevgili eşi Fâtıma ile aralarında bir anlaşmazlık yaşanmış ve Ali (r.a.) doğruca mescide giderek orada kıvrılıp uzanmıştı. Kendisini evinde bulamayan Allah Resûlü damadının nerede olduğunu kızına sormuş ve öğrendiğinde doğruca mescide yönelmişti. Ali’yi orada mescidin toz toprağına bulanmış halde görünce, bir yandan mübarek elleriyle onun üzerindeki toprağı çırpmış, bir taraftan da ona “Kalk ey Ebü’t-türâb, kalk!” diye seslenmişti. Bundan böyle Hz. Ali en çok bu unvanla, Ebû Türâb ile çağrılmaktan hoşlanır olmuştu. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 38)
Ali (r.a.), Hz. Peygamber’in dünya ve ahiret kardeşi (Tirmizî, Menâkıb, 20), onun ciğerparesi Fâtıma’nın sevgili eşi, torunları Hasan ve Hüseyin’in babası… Beş yaşından itibaren Allah Resûlü’nün hanesinde, onunla birlikte yaşamaya başlayan Ali, onun damadı olarak saadetli hanenin, Allah Resûlü’nün ailesinin bir ferdi olarak yaşamaya devam etti. Allah Resûlü’nün son anına dek yanında bulunan Hz. Ali, onun örnekliğini ilmiyle, ahlakıyla, takvasıyla, cesaret ve kahramanlığıyla en güzel şekilde temsil etti.
Kaynak :
Sahabe Hatıraları (Diyanet Yayinlari)
Rukiye AYDOĞDU DEMİR